Название: Cehennemlik
Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-98-3
isbn:
“Olamaz.”
“Olamayacağına beni temin et.”
“Bir Rabb’imin büyüklüğüne ant içerim ki kalpler yarım saat dinlenip tekrar işlemezler.”
“Of… Of… Bu yetmez, başka suretle temin et.”
“Ne yapayım?”
“Reçetenin kulağına ‘Kalpte katiyen bir şey yoktur.’ ibaresini yaz, altına imza et.”
“Biliyor musunuz efendi hazretleri, böyle giderse sizin korktuğunuz kalp hastalığı bende olacak. Peki, öyle yaparım.”
Doktor reçeteyi bitirdikten sonra bir köşesine Fransızca “Rien au coeur.” (Kalpte bir şey yoktur.) ibaresini yazarak altını imzaladı.
Efendi bu reçetedeki ilaçları hep kullansa veya hiç kullanmasa bir zarar yoktu. O kadar tesirsiz ve zararsız şeylerdi. Fakat bunların yutulma ve içilmeleri için ince zamanlar, saatler tayin ve dikkatler, ihtimamlar tavsiye etti.
Doktor Gebers Avusturyalı idi. Vatanlarında tedavideki kabiliyetleri geçersiz kalmak tehlikesinde bulunan bu doktorların memleketimizde birer Hipokrat kesilmeleri tecrübesine ümit bağlayarak buraya gelmiş, umduğundan çok talihi açılmış, doktorluk ufkumuzda bir usta yıldız parlaklığı almıştı. Vizite parasını iki katına çıkardığı hâlde yine müşteri hücumuna dayanamıyordu. Onun fikri girmeyen konsültasyonlar hükümsüz sayılıyordu. En ümitsiz kalmış hastalar için “Bir kere de Doktor Gebers’e gösterseniz!” tavsiyesi şehrimizde ağızdan ağıza dolaşan bir “darbımesel” kuvvetini bulmuştu.
Ölümlerine birkaç saat kalmış zengin, fukara can çekişenler sanki hep ölmeden önce Gebers’e üç dört lira ayak teri vermeye borçlu idiler. Bu para her ölecek için cenaze masrafından önce ödenmesi gereken bir borç hükmünde idi. Bir hasta, Doktor Gebers’in muayenesinden sonra ölürse artık iyileşmek ve kurtulmak ihtimali kalmamış olduğu hakkında bütün kalplere rahatlık gelir, “İçimizde dert kalmasın, bir de o görsün.” denirdi.
Doktor şehrimizde yirmi beş yıla yakın bir zaman geçirdiği hayat boyunca hâlâ Türkçeyi gördüğümüz derecede söyleyebiliyor ve durmadan onun zorluğundan şikâyet ediyordu.
Reçetelerini bitirdi. Hastanın ardı arası kesilmeyen suallerinden kurtulmak için saatine baktı. Daha görecek çok hastaları bulunduğunu, vaktin geçmiş olduğunu özür olarak söyledikten sonra hemen paltosunu giydi. Kaçar gibi bir acele ile odadan çıktı.
Merdivenden inerken Hasan Ferruh Efendi’nin başka bir hususi doktoru olan Âlimyan’a rastladı. Bu merdivenlerden her vakit böyle bostan kuyusu kovaları gibi hekimlerden biri inerken öteki çıkması sık sık olan şeylerdendi
Gebers, gelen Ermeni doktorun elini sıkarak Fransızca dedi ki:
“Aziz meslektaşım, deliyi sizin tedavinize bırakarak kaçıyorum. Onunla güzel bir çeyrek saat geçireceksiniz. Bugün her zamankinden çok teselli almaz bir hâlde…”
Âlimyan aynı dilden cevap verdi:
“Bir deliyi iyileştirmek için yarı deli olmak iktiza eder.”
“Bu iyileştirme sırasında bir gün biz de bütün bütün çıldırmaktan kurtulamayacağız.”
IV
DOKTOR ÂLİMYAN
Doktorlar birer reverans ile ayrıldılar. Biri indi, öteki çıktı.
Âlimyan meşhur Doktor Kalıpçıyan’ın daha onun derecesine erememiş bir taslağı idi. Hekimliğe ilk başladığı zamanlar vizitelerinden aldığı ücretlerin hemen yarısından çoğunu gazete ilanları ile şöhret kazanmaya sarf ederdi. Bu reklamların “Her hasta olan mutlaka kendini Doktor Âlimyan’a göstermelidir.” ve “Ömründe bir kerek (kere) nabzım Doktor Âlimyan’a veren marazlı adam asla gebermez.” ve “Doktor Âlimyan tıp ilmini Pariz’de (Paris’te) Sen Nehri suyu ile beraber içmiş bitirmiştir.” çeşidinden başlıklarını hep kendi tertip ederdi.
İlanları şöyle konuşmalar yolunda yazardı:
“Vah zavallı mecalsiz mahluk böyle miskin, dermansız nereye gidoorsun?”
“Ecelden kaçmak için Doktor Âlimyan’a.”
“Hastanız nasıl oldu madam?”
“Onu ölümün zalim, kızıl pençeleri kavramış iken Doktor Âlimyan kurtardı.”
“Doktor Âlimyan’a viziteyi veren, hastalığı onda (orada) bırakır çıkar.”
“Feriköy Mezarlığı’na bugünlerde hiç cenaze gelmoor. Nedendir acap?”
“Doktor Âlimyan onda (orada) oturoor da onu (onun) için!”
Gazete okuyanlar her gün bir parçasını okuya okuya Âlimyan’ın hâl tercümesini tamamıyla öğrenmişler, Avrupa tıp fakültelerinden aldığı çeşitli tasdikname suretlerini okuya okuya ezberlemişler, onun daima kendinden menkul hekimlik muvaffakiyetlerine rast gelmekten artık yorulmuşlardı.
Fakat gayretli doktor gazetelerdeki bu şatafatlı ilanların âleme duyurmasıyla da işi tam saymamış, bir elinde koca bir yılan, ötekinde bir kafatası, kendisinin gerçek büyüklükteki resmini bastırdığı iki metre boyunda boyalı yaftalar tertip ederek Beyoğlu’nda, İstanbul’da yapıştırmadığı duvar, köşebaşı, tahta perde, kapalı dükkân kepengi bırakmadı. Şehir halkı Âlimyan’ı bir de bu suretle suratından da tanımak zorunda kaldı.
Hangi sokaktan geçseniz, ne tarafa baksanız, bir elinde yılandan asası, ötekinde ölü kafasıyla onu görmemenin imkânı yoktu. Ne kadar yürüseniz doktorun gür, çatık kaşları altındaki zoraki bir korkunçluk ile size bakan iri gözlerinin tehditlerinden kaçılamazdı.
Sokakta, annelerinin yanında giden bazı çocuklar, atılacak gibi kıvrım kıvrım duran yılanın korkunç manzarasından ürküp ağlayarak “Anneciğim… Anneciğim… Yılan geliyor!” çığlığı ile kaçıştıkça kadınlar birbirine:
“A hanım, yavrucuğumun hakkı yok mu? Yılan canlı gibi duruyor. Ne de koca meret… Hay kör olası, gözlerine bak gözlerine… İnsana nasıl bakıyor. Benim bile ödüm koptu gitti.”
Bazı ümmi kocakarılar:
“Bu yılanlı adam kim? Şerbetli mi acaba? Bu yılan onu niçin sokmuyor? Ahir zaman, ahir zaman… Kıyamet alametleri!”
“Ben kardeşimin oğlunda çerçeveli bir resim gördümdü. Hacı Bektaş Veli başında tacıyla bir duvarın üstünde oturuyor. Karaca Ahmet Sultan Hazretleri de bir aslana binmiş, eline yılanı asa etmiş hışımla geliyor. Sonra Hacı Bektaş Veli duvara ‘Yürü ya mübarek!’ deyince duvar gürül gürül yürüyor. Kurbağayı kâh derede kâh karada vakvaklatan Tanrı’m… Nelere kadir değilsin.”
“Hanım nine СКАЧАТЬ