Название: Cehennemlik
Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-98-3
isbn:
Efendinin oturduğu yer mabeyin odası idi. Biri hareme, öteki selamlığa iki kapısı vardı. Selamlık tarafına olan zile bastı. İçeriye göğsü ilikli setreli, fesi kalıplı temiz, eli ayağı düzgün, orta yaşlı, Tatar yüzlü bir uşak girdi.
Efendi, infialini hazmedip her vakitki nazik konuşmasını bulmaya uğraşarak:
“Ağacığım… Şakir… Bu herifleri kapının önünde bağırtmayınız diye sizden bin defa istirham etmedim mi?”
Şakir Ağa ellerini ovuşturarak:
“Vallahi, efendi hazretleri sabahtan beri üç tane geldi, bağırtmadan para verdim savdım. Aşağıda bendenizden başka kimse yok. Haremden kalfalar dolabı vurdular. Oraya gittim. Bu dördüncü peyda oldu. Koşup savıncaya kadar birkaç defa bağırdı.”
“Bağıramaz olsun.”
“Biz para verdikçe bunların sayısı her gün artıyor. Birbirine haber mi veriyorlar, ne yapıyorlar, ilahi bilmeyenleri bile kapının önünde zakir kesiliyorlar.”
“Bari okudukları dinlenir şey olsa… Usulsüz, o ne bet avaz… O ne yanlış sözler… O ne uhrevi güfteler… İnsanın sinirleri çelikten olsa yine bunları işitmeye dayanamaz.”
“Efendimiz, geçen günü bizim kâhya kadın Binnaz Hanım bile pencerenin önünde bunların ilahilerine ağladı.”
“Emin ol, Şakir, o duygusuz karıyı ağlatan şey beni öldürür. Binnaz yalnız ağladı mı? Onun çenesi durmaz. Kim bilir neler de söylemiştir?”
Şakir Ağa edepli edepli önüne baktı. Efendi sualini tekrar ile:
“Allah’ını seversen Şakir söyle. Ne dedi?”
Şakir ağa sıkılarak:
“ ‘Efendi hazretleri bu ilahicileri kapının önünde söyletmez ki insan biraz gafletten uyanıp da ahiretini hatırlayabilsin!’ dedi.”
“Hay kalın kafalı mahluk… Etrafımızda, ölümü, ahireti hatırlatmayan acaba ne var? İçinde oturduğumuz, üstünde yatıp kalktığımız, giyip çıkardığımız, bütün yiyip içtiğimiz şeyler hep hayat yıkıntıları değil mi? Ölüm nasıl unutulur? Ölümü, ahireti hatırlatmak için bu karının mutlaka makamla kulağına mı bağırmalı?”
“Efendim kadın kısmı lafını bilmez ki…”
“Hele bu karı hiç bilmez. İsmi de Binnaz. Kaç kırat naz ve nezaket vardır o karıda? Bilmem nenin adını ‘bad-ı saba’16 koymuşlar? Bilmem ki neden konaklarımızda içeriye bir kâhya kadın, dışarıya bir kethüda efendi koruz? Para ile başımıza bela alır, ailemiz arasına dedikodu, dırdır sokarız. Ne kâhya efendilerin ağır edaları çekilir ne de kâhya kadınların çeneleri… Ne dersin âdet bu… Dümensiz gemi olamadığı gibi kâhyasız da konak dönmüyor. Bizim Şemsi nerede?”
“Deminden gördüm koruda geziyordu.”
“Bu havada?”
“Efendim genç çocuk… Havayı, rüzgârı, karı, yağmuru bilmiyor ki…”
“Tek başına koruda yapraksız ağaçların arasında ne yapar? Hiç dikkat ettin mi?”
“Evvelden çiftesiyle kuş vururdu.”
“Hay, hayat katili zalim…”
“Şimdilerde avladığı yok. Kâh dalgın dalgın geziniyor kâh kütüklerin üzerine oturarak cebinden kalem kâğıt çıkarıyor, saatlerle yazı yazıyor.”
Efendi sözü kesti. Daldı. Uşak çıktı.
Hasta kendi kendine:
“Oğlan ne yazıyor acaba?”
Biraz durduktan sonra:
“Bunun acabası yok. O yaşta muhabbetnameden başka ne yazılır? Fakat kime? Hangi aşüfteye?” Heva-yi aşk eser serde mısrasını mırıldandı.
Rahat köşesinde, bin kuruntu, vesvese vesilesi arayarak kendine türlü rahatsızlıklar icat eden bu zavallı adam, uşakla birkaç lakırtı ederek bir parça avunmuştu. Yalnız kalınca gene kendini dinlemeye başladı. Gözleri saatte, eli nabzında kaç vurduğunu saniyelerin geçmesiyle ölçmeye başladı. Birdenbire beti benzi kül kesildi. Nabzını bulamıyordu. Şiddetli bir korku içinde minder üstüne devrildi, “Ay nabızlarım durmuş… Durmuş… Ölüyorum!” dedi.
Böyle bir vehme evvelce de birkaç defa tutulmuştu. Doktorlar ona kaç kereler “Sağ adamın nabzı mümkün değil durmaz. Ne kadar hafiflese gene işler.” diye kuvvetli teminat vermişlerdi. Şimdi onları kötüleyerek “Ah yalancı habisler… Beni aldatmışlar. İşte nabızlarım durdu, ama hâlâ yaşıyorum.” diyordu.
Ölüm korkusu ile müthiş bir helecana tutuldu. Parmaklarının altında nabız belirdi. Lakin şimdi de sık, vuruş sayısı istenilenden çok ziyade idi. Telaşlı bir yakarışla sedirin üstünde secdeye kapanarak “Aman Allah’ım, ne evvelki kadar yavaş ne de bu kadar şiddetli… İkisi ortası… İkisi ortası… Merhamet… Merhamet…” diye yalvardı.
Zavallı bu çarpıntıda iken Şakir Ağa içeri girdi:
“Efendim doktor geldi. Salonda bekliyor. Ne emriniz olur?”
“Hangisi?”
“Gebers…”
“Hay benden evveli o gebersin! Kendine verecek bir ad bulamamış da bu menhus adı takınmış.”
“Emriniz?”
“Emredecek hâlim var mı Şakir? İşte görüyorsun. Söyle gelsin. Hasan Muhsin Paşa’yı nasıl kurtarmış ise beni de öyle kurtarsın.”
Uşak çekildi. Fakat efendi, doktor için “Gelsin!” emrini vermiş olduğuna şimdi ansızın pişman oldu. Çünkü zihninde Gebers’in Hasan Muhsin Paşa’nın ölümünden bir şey getirip kendine bulaştıracağı kuruntusu peyda olmuştu. Emrini geri almak için zile uzanmaya uğraştığı sırada doktor elinde silindir şapkası ve güler bir yüzle odaya girdi. Hafif bir baş eğmesiyle “Bonjur ekselans.” dedi
Hasta birkaç kelime Fransızca anlardı. Zayıf bir seda ile “Bonjur değil. Bu pek fena bir gün.” cevabını verdi. Ve kendine yaklaşmaması için eliyle işaret etti.
Mösyö Gebers, Hasan Muhsin Paşa’nın ölümü haberinin o günkü gazetelerde çıktığını biliyordu. Odanın bir köşesinde yatan gazeteyi görünce efendinin ürküntüsünü bir anda anlayarak uzakça bir kanepeye çekildi. Sordu:
“Efendi hazretleri yine ne var? Ne oldunuz?”
Ferruh Efendi doktoru kendine acındırmak için kendini kaplamış olan zaafından daha zayıf görünmeye uğraşarak gözlerini yumdu. Konuşamayacağını anlatmak СКАЧАТЬ
16
Bad-ı saba: Baharda esen hafif ve hoş rüzgâr. (e.n.)