Название: Cehennemlik
Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-98-3
isbn:
Ya tertib-i Lokman
Ettin beni püryan.
Yanıyor beşerem
A pir-i muhterem.”
“Nedir bu telaşın a tıfl-mizaç
Yakmayınca tesir eder mi ilaç?”
“Üstübeç ile zencefil, kebabe
Çevirdi beni yoğurtlu kebaba.”
“Çabuk şifa verir ilacın harrı
Çok sürmez geçer şimdi bunun narı.”
“Sadır, zahir, batın, kasık, kebedim
Kor düşmüş gibi yandı makadım
Tutuştu ser-ta-be-pâ bu vücudum
Bî-hilaf zî-ruh bir volkana döndüm.”
“Zarardır hastaya üzüntü, hiddet
Sabret hele sık dişini bir müddet
Ateşten sonra gelecek salah
Bi-izn-i Lokman, bulursun felah.”
“Çıldırıyorum bu aselbentten
Kurtar diyorum beni bu dertten.”
“Muanniddir aselbendin buğusu
Kırk gün çıkmaz vücudundan kokusu.”
“Kafiyeyi bırak be adam, çıldırıyorum. O çıkmazsa kırk saate kadar kalmaz benim mutlak canım çıkar. Kendimi Zuhuri’nin tımarhane oyununda zannediyorum, önümde yalnız bir çömlekle içinde sulandırılmış leblebi unu eksik… Zaten zıvanasından fırlamış aklımı bütün kaçırmak için bu kafiyeler dem tutuyor, beni kendimden geçiriyor.”
Efendi yine dayanamadı. Şu mısrayı yumurtladı:
“Sen kavuklu, ben de pişekârın
Bize lütfu böyle rüzgârın.”
“Kafiye istemem aman geveze
Niçin durmaz çanak tutarsın söze?”
Bu kafiye şakalaşması giderek bütün bütün bir saçmalama rengini aldı. Hekimle hastanın dövüşmelerine az kaldı. Efendinin ateşini yatıştırmak için bu Lokman çömezi bir reçete daha yazmaya mecbur oldu. Bu ikinci reçete tam yirmi beş kalem işitilmemiş garip ve eski ilaçtan meydana gelmişti. Efendi reçeteyi görmek istedi. Birkaç defa dikkatle okudu. Acayip sözlü bazıları hakkında izahat istedi.
Bu ikinci reçete, “Lübub-i Erbaa”, “Besturte” ve “Dençetosiko Diyasento” gibi kafiyeli eczanın bir sıraya getirilmesiyle garip bir tarzda kafiyeli yazılmış pek ıstılahlı bir hekimlik şiiri gibiydi.
Efendinin bakışları şu iki kafiyeli ecza önünde dehşetle saplandı kaldı:
“Beş dirhem İstarek,
On iki dirhem Kurs-i Engerek”
Gözleri büyüyerek hemen haykırdı:
“Yok doktor, katiyen olamaz, bunu havsala almaz. Kafiye hatırı için yılan kabuğu yenmez, sürünülmez.”
“Pullarına vücudun şifa gerek Müessirdir buna kurs-i engerek.”
“Hayır. Karşımda bin kafiye ustalığı göstersen bana engerekle kafiyeli ecza kullandırtamazsın. Yılan sözünün kulağı ve kafayı zehirlemesi bir yana, ‘kurs-i engerek’ gibi bir lisan hatasını zehrinden ayırıp bala bulasan yine bana yutturamazsın. Çünkü sen kafiye düşkünü isen ben de kaide tutkunuyum.”
Bu ikinci Lokman Senai Efendi hastasına kalp merakını unutturmak için mi zavallıyı böyle rahatsız edici ve tatlı bir vücut kaşıntısının sürekli uğraştırmasına düşürmüş, bu hayırlı maksatla mı onun bütün bedeninde bu umumi pehlivan yakısını açmıştı, yoksa reçete tertibinde çeşit ve ölçüce Lokman’a uymakta şaşırarak bir hataya mı düşmüştü?
İşte bu malum değildi.
VI
HASAN FERRUH EFENDİ AİLESİ
İnsanların bencilliğinin sonu yoktur. Cimri, bir tanesini bile harcamayacağı parasını anlaşılmaz bir biriktirme aşkıyla kasaya yığmaya uğraşır, ortadan kaldırır. Bu hapsettiği paranın belki on binde, yüz binde birinin yoksulluğu yüzünden insan cemiyeti içinde ne yoksulluklar, ne acıklı şeyler geçtiğini düşünmez. Ömrü boyunca nafakasını yeteceğinden fazla temin etmiş olan bir tok, her fırsat gözüküşünde fazlalığını insafla görmeyerek yine kendi hesabına biriktirmeler yapar. Zahirelerini küflendirir, çürütür. Açları aklına getirmez, kimseye yedirmez. İnsaniyeti, tüyleri ürpertecek insaniyetsizliklere sürükleyen işte bu bencilliktir.
Birçok işlerimizde bu bencillik bizi insanlıktan çıkarır. Fakat bin türlü bahane ile bunun çok acı çeşitlerini her gün işlemekten çekinmeyiz. Her davranışımızda mutlaka bu duygu vardır. Belki hayat budur; bu bir tabiat kanunudur. Bütün hırslarımızı doğuran bu kötülük yüzünden umduğumuz saadetten çok felakete uğrarız. Çünkü hâkim önüne çıkan en küçük davalardan en büyük muharebelere kadar varan çekişmelerin, vuruşmaların çıkış noktası budur.
Hasan Ferruh Efendi hesapsız odalıklarını çırak çıkardıktan sonra hemen kendisiyle yaşıt bulunan nikâhlı karısı da cılız bir kız çocuğu bırakarak ölmüştü. Efendi, bu kaybı bir nimet bildi. Kalbindeki bencilliğe uymaktan başka bir şey düşünmeyerek müstesna güzellikte, yirmi iki yaşında bir kızla evlendi. Verimsiz hayatına böyle yeni yetişmiş bir güzeli ortak etmekten çekinmedi. Cazibe Hanım’ın bu evlilik yatağına saçacağı turfanda gençlikle efendi kendi de gençleşecek, onun genç handeleriyle evin ferah havasında güller açacaktı. İki başlı olamayan bir muhabbetten beklenilecek neşenin en sonunda gamlar, acılar doğuracak geçici bir büyük saadet olacağını bencilliğinin verdiği körlük ile görmemişti. Zorlu bir rüzgârla nazlı fidanından koparak kokmuş bir çamura düşen bir gonca gibi genç kız, vaktinden evvel çökmüş, çürümeye yüz tutmuş bu hastanın kurada kolları arasına kaderinin sürüklemesiyle hissiz bir hâlde serildi. Kendisi için kadınlık vazifesi, keyif almaksızın keyif vermek olduğu kaderinin hükmüne boyun eğdi.
Duyguca, yaşça hiç denk olmayan bu evlilik yatağında katlandığı okşamalar, kucaklamalar, öpücükler, ne hazin ve ne dayanılmaz şeyler idi. Kadının gençliği, erkeğin kısırlığını canlandırmak kerametini gösteremiyor, yarı sönmüş bir şehvet isteğini tutuşturmaya zorla boş yere uğraşmaktan başka bir şey hasıl olamıyordu Tekrar tutuşmasına uğraşılan bu semeresiz döşek cilveleri denemeleri çoktan beri erkeklikten uzaklaşmış olduğunu efendiye anlattı. Bu boşuna uğraşma, efendiyi de bitiriyor, kadına da hayattan tiksinme veriyordu. Efendinin aslında karmakarışık olan sağlığı ve gücü bu evlenmeden sonra hemen bütün bütün iflas etti. Bunun neticesi olarak tehlikeli sayılacak bazı hastalık belirtileri СКАЧАТЬ