Название: Çağlayanlar
Автор: Ahmet Hikmet Müftüoğlu
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-06-8
isbn:
Bu mevizeden5 sonra Alparslan, hiçbir muhayyilenin tasavvur edemediği bu mehabetli manzaraya bir güneş azametiyle baktı, baktı, baktı… Ve diz üstü çökerek annesinin iki eline sarıldığı zaman ağaç da kımıldadı ve sarsılarak göklere doğru yükseldi ve şimal tarafına doğru uçmaya başladı.
Ak ayının makteli hizasında ağaç yere ineceği sırada kırmızı harmani içinde Türkân Hatun’un hayali de sönüveren bir alev gibi kayboldu.
Alparslan, avula döndüğü vakit meydanda yurt kızlarının şarkılar söyleyerek raksettiklerini gördü. Alp’in, bu Türkler ve Tatarların babasının bu sabah doğan ilk oğlunun bayramını yapıyorlardı. Arslanı küçükken göklere kaldıran kartala telmihen bu çocuğun adını “Tuğrul” koydular. Ve Türk – Tatar nesli de bu suretle birinci gaflet uykusundan ayıldı ve kâinata yayıldı.
Yarayı Kanatan
Eve gelince masamın üstünde şu tezkereyi buldum:
“Bu akşam bize buyur. Tatlı sesler işiteceksin. Güler yüzler göreceksin, güleceksin, ağlayacaksın. Her hâlde memnun olacaksın.”
Bu merak verici tezkereyi yazan Turgud Beyin evime pek yakın olan hanesinin kapısını çalarken içeriden çalgı sesleri geliyordu.
Salona girince, ortada, büyük kanepenin üstünde uzun hırkasıyla, oyalı başörtüsüyle, esmer, değirmi çehreli, şişman, kısa boylu, elli yaşlarında bir hanımın, henüz son darbenin tesiriyle zilleri titreyen, elindeki defe dayanarak doğrulup bana selam verdiğini görür görmez irkildim. Odaya girmekte tereddüt ettim. Ev sahibi: “Buyurun, buyurun!” te’kidiyle:
“Pembe Hanım bizim ninemizdir; ruhumuzun ninesidir.” dedi.
Pembe Hanım “gün görmüş, yaş yaşamış” bir nezaketle Turgud’un bu huluslarına mahviyet göstererek mukabele etti.
Tefi okşarken boynunu büktü. Akçıl saçlarına rağmen işveli bir tavır aldı. Gözleri yarı kapalı olduğu hâlde beyaz dişlerine çarparken dalgalanıp iri dudaklarının ihtizazlarıyla titreyen gür ve gürbüz, tatlı ve yanık, düşündürücü ve uyuşturucu bir ses nazlı nazlı başlayarak, perde perde yükselerek, ruhların en karanlık köşelerine kadar süzülerek zaman zaman kemanın inleyen ahengiyle dudak dudağa geliyor; bir kumru muaşakası letafetiyle, gözlerde bulut şeklinde ümit ve hayal kümeleri hasıl ediyordu.
Ey ah söyle! Zahm-ı dilimden zebanım ol
Ey çâk-i sîne! Nüsha-i şerh-i beyânım ol
Ey eşk-i dîde! Ben diyemem yâre derdimi
Sen rûy-i zerdem üzre gelip tercümanım ol
Köşedeki kanepenin üstüne bağdaş kurmuş uçuk benizli, süzük gözlü, ince boyunlu, karışık saçlı, redingotlu zayıf bir efendi elinde tuttuğu bir küçük gonca gülü koklarken gözlerini sıkınca onun sarı yapracıkları arasına iki damla yaş damladı. Yüreğinin gizlilikleri musikinin ateşi karşısında erimişti.
Şimdi aşkın en buhranlı hummalarını, iştiyakın en acı dakikalarını; kemanın yanık titreyişlerini, inleyişlerini yüreklere tattırdıktan sonra, arzuların, hayallerin hiçlikleri kıvrıla kıvrıla birbirinden zayıf, birbirinden ince bir iki damla nağmede toplanıyor; uçuyor, sendeliyor, düşüyor… Kayboluyordu.
Artık gözlerin önünde görünmeyen, yalnız duyulan birtakım dağınık saçlar… Yumuşak eller… Yaşlar… Gülüşler… Uzun kirpikler… Ateşli gözler… Öpen dudaklar karmakarışık uçuşuyor ve ıraklara dalan nazarlar, kendilerine ait bir hayalin karşısında titreyerek yalvarıyordu.
Üstat bir elde çarpan mızrabın darbeleriyle ağlayan udun göğsünden gelen, iniltilerden teşekkül eden bir suzinak taksimi, zaten açılan yüreklerin esrarını çehrelere daha ziyade aksettiriyordu. Eller çitişmiş, gözler dalmış, boyunlar bükülmüştü.
Bu sükûnet içinde, yalnız, kanepenin köşesinde dizlerini birbiri üstüne koymuş, sakalı bıyığı tıraşlı, saçları ortadan ayrılmış bir genç, Doktor Pertev Bey gömleğinin kolalı kollukları arasından çıkardığı ince, keten mendiliyle yüzünü silerken, sıkıldığını anlatırcasına sırıtıyor; musikinin bu meclise verdiği tesire karşı hayret ettiğini izhar eyliyordu.
Sûzinâk faslının eski yeni şarkıları birbirini takip ederken bu hâle gülen doktor, gezinmeye başladı. Sanıyordum ki bana bir şeyler söylemek istiyordu.
Fasıl bitmişti. Lakin, Pembe Hanım’ın neşesi bitmek bilmiyordu. O demin ağlayan zayıf efendinin elindeki gülü görmüştü. Yan gözle onu diğerlerine işaret etti. Ve Kemani Sûzi Bey’e usulca: “Nihâvent yap.” dedi ve eline çiçeklikten bir pembe gül aldı. Uzun bir “Ah!” çekti; yanık bir “Medet!” dedi. Gözlerini süzdü ve derin bir aşk ile okudu!
“Gülüm şöyle, gülüm böyle! Demektir yâre mu’tâdım.”
“Sever canım seni ey gül! Ki canana hitabımsın.”
Zayıf efendi yerinden fırladı. Sağ kolunu havaya kaldırıp indirerek bağırıyordu: “Yaşa Pembe! Var ol Pembe! Nur ol Pembe! Dert görme Pembe!” Pembe Hanım bu alkıştan memnun oldu. Başörtüsünün çenesinin altına gelen katmerlerini düzeltti, örtünün uçlarını cilvelerle arkasına attı. Neşesinin tesiriyle sesi titredi. Dudaklarıyla, gözleriyle gülerek bir küçük temenna ile “Teşekkür ederim.” dedi.
Hanende Pembe Hanım, İstanbul’un zevk âlemlerinde meşhur bir simadır. Yenibahçe’deki evinin kapısı, gün geçmez ki kendisini bir eğlentiye davet için çalınmasın. Davudi sesi, şetareti, terbiyesi kendisini hem kadınlara hem erkeklere sevdirmişti. Pembe tazeliğinde de güzel değildi. Bazen itiraf ederdi, sedasındaki letafet, çehresinde de olaydı, sesiyle ağlattığı kadar gözleriyle de ağlatabilirdi.
Doktor Pertev Bey, bir iskemle çekti. Yanıma geldi. “Bizim musiki hakkındaki fikriniz nedir?” dedi.
“Musikimiz, bizim durgun ruhumuzun, sakin düşüncelerimizin, uçuk benzimizin tercümanıdır.”
“Musikimizi sever misiniz?”
“Severim.”
“Garp musikisini?”
“Onu da severim. Birini duyduğum, diğerini anladığım için beğenirim.”
“Ben musikimizi sevmem. Çünkü ihsas ettiği mana daima birdir: Yeis… Şarkın bütün makamlarında, fasıllarında bir ikinci mana aramak beyhudedir. Perde perde kara bir yeis. Nağme nağme СКАЧАТЬ
5
Mevize: Öğüt.