Rupenyan: Neler söylüyorsunuz? Fikirleriniz pek pek berbat… Âdeta ürküyorum. Ben cizvitlerin mektebinde okudum. Müdürümüz gayet muhterem, gayet ali, gayet mübarek bir papazdı… Bize hakikatten bahsederken: “Çocuklarım, sakın başka bir hakikat aramayınız. Bütün hakikat Hazret-i Mesih ile gelmiş ve artık dünyada aranılacak ve bulunacak bir şey kalmamıştır!” derdi. Nutuklarında Latince “Güneşin altında yeni bir şey yoktur!” cümlesini daima tekrar eder ve şimdiden sonra da asla yeni bir şey olamayacağını ilave ederdi. Ben de, iftihar ederek söylüyorum, dindarım! Küfürden nefret ederim. Günah addolunabilecek şeyleri ne söyler, ne düşünürüm.
Sürpik: Ah, siz cizvitlerin mektebinde mi okudunuz? Size acırım öyleyse… Cizvitler kimlerdir? Bilmiyor musunuz? Hakikat fecrinin doğmaya başladığı ufuklardan, ilim ve fen, intizam ve terakki memleketinden kovulmuş aç ve siyah kargalardır ki daima zulmet ararlar. Üstüne kondukları vücutların beyinlerini, dimağlarını, tefekkür kabiliyetlerini kemirirler, yutarlar; onları müteharrik ve canlı bir leş kümesi hâline ifrağ ederler… O kadar müthiştirler ki…
(Bu esnada kapı açılır, Madam Bagdaseryan girer. Ak saçlı bir kadın)
Madam Bagdeseryan: Ah siz misiniz Mösyö Rupenyan?
Rupenyan: Sizi ziyarete gelmiştim efendim. Matmazelle konuşuyorduk.
Madam Bagdeseryan: (Gülerek) Neden bahsediyorsunuz?
Sürpik: Daima havadan, anneciğim, havanın güzelliğinden!
Madam Bagdeseryan: Hakikaten güzel hava… Âdeta yaz! Bu sabah kiliseden çıktıktan sonra bahçede yarım saat gezdim. Ah aklıma geldi, hele o yeni vaiz… Neler söyledi! Hepimizi ağlattı… Tanıyor musunuz Mösyö Rupenyan, bu genç papazı?
Rupenyan: Tanıyorum efendim, benim eski mektep arkadaşımdır. Evet muktedir olduğu kadar ali, dindar, mukaddes bir zattır; o kadar büyük bir zattır ki…
(Rupenyan saatlerce eski sınıf arkadaşını metheder, Matmazel Bagdeseryan da annesiyle beraber, hiç sesini çıkarmadan dinler!)
MEHDİ
Ne tuhaf, fakat ne acıklı bir tesadüftü! Serez İstasyonu’ndan bindiğimiz ikinci mevki kompartımanda beş kişiydik. Ve beşimiz de Türk ve Müslüman’dık… Geçen felaket ve bozgun yılının canlanmış da kalmış uğursuz ve karanlık damlalarına benzeyen birçok karga sürüsü sahipleri öldürülen boş ve sürülmemiş tarlalarda dolaşıyordu. Tren hareket ettiği vakit hepimiz bir defacık selamlaşmış ve sonra, o yalnız esir ve perişan Müslüman memleketlerinde duyulan yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sükûnu ile susmuştuk. Hava pek soğuktu. Kapalı camların ince buğularından minareleri yıkılmış, mescitlerinin üzerine haçlar asılmış tenha köyleri görüyor gibi oluyorduk. Bu köyler uzaklarda, ta ufkun nihayetindeki mor sislerin içinde idi. Şimdi ezanın sustuğu bu öksüz yurtlara çanlarını ulutmak için Selanik’e vapur vapur gelen Kafkasya Rumları yerleşiyorlardı. Susuyorduk. Ve sanki bize milyonlarca kan ve din kardeşlerimizin ölümünü hatırlatan dışarısını, bu düşmanın öz vatanımızdan zorla kopardığı altın sahraları görmemek için önümüze bakıyorduk. Karşımdan bir ses:
“Kendimi Türkiye zamanında zannettim.” dedi. “Yanımızda hiç yabancı yok?”
Gülümsedim. Başımı salladım. Bu ufak bir beydi. Daha bıyıkları yeni terliyordu. Ellerini kaputunun cebine sokmuş, bir şeyden ürküyor gibi başını omuzlarının arasına çekmiş, kumral ve ince kaşlarını yukarı kaldırmıştı. Zayıf ve kansızdı. Yüzü masivadan gölgelenen ruhani ve masum bir beyazlıkla parlıyordu. Öbür köşede, pencerenin dibinde beyaz sarıklı, siyah cübbeli bir hoca; ihtiyar, hasta, mecalsiz ve alacalı bir yığın gibi uyukluyordu. Yanındaki şişman ve yeni seyahat elbiseleri giymiş siyah ve alafranga sakallı bir beyefendi bana baktı. Güldü. Onun karşısındaki sarı, uzun boylu, son moda bol esvaplı, kuvvetli ve gözleri parlak bir genç:
“Ah, bu dünya…” dedi.
Susuyorduk. İki senedir sanki hiçbir şey değişmemişti. Bir an içinde “Türkiye idaresindeki Selanik’e gidiyorum.” hayaline kapılıyor ve kapıyı kırmızı fesli bir kondüktörün açacağını bekliyordum. Ve bilmem nasıl mantıksız bir cesaretle Serezli ufak bey korkmuyor, içimizden birisinin Yunan hafiyesi olabileceğine ihtimal vermiyordu.
“Acaba buralarını ne vakit Türk askeri gelip alacak?” dedi.
Ben daima bilmek, öğrenmek, anlamak, tanımak, anlatmak istemediğimiz şeylerin üstüne attığımız basmakalıp bir sözü ağzımdan kaçırdım:
“Allah bilir!”
İhtiyar hocanın önündeki şık ve iri genç kalın ve al burnunu küçük parmağının uzun tırnağıyla kaşıyarak:
“Allah’ın bildiği malum bir şey!” diye güldü. “Lakin kul da bilir ki artık buralara Türk ayağı basamaz.”
“Niçin basamasın?” diye haykırdım.
Uyuklayan beyaz sakallı hoca uyandı. Başını kaldırdı. Bize ayrı ayrı baktı. Ben Yunanistan’da olduğumu unutmuştum. Ağaçlar, hendekler pencerelerin arkasından hızla geçip gidiyordu. Şişman ve pek zengin olduğu hâlinden anlaşılan beyefendi etrafına bakınarak:
“Yavaş konuşsak.” dedi ve bana dönerek devam etti: “Oğlum, eğer iftihar olunacak bir şeyse hiç zahmet çekmeden ben de sizin kadar Müslüman ve mutaassıp olabilirim. Mülkiye-i Şahane’den8 çıktım. On sekiz sene kaymakamlık ve mutasarrıflık ettim. İşte size söylüyorum ki Müslümanların yaşamaya hakkı yoktur. Ve Türkler asla bir daha buralara gelemez. Türkiye’de ağzıma alamayacağım hakikatleri burada sizden saklamaya lüzum yoktur. Zira hür ve medeni bir hükûmet arazisindeyiz. Ne şu muhterem hoca efendi ve ne de siz dinsizliğimi, İslamlığın aleyhinde olduğumu iddia ederek kafamın kesilmesini, asılmamı isteyecek bir evvel zaman adaletini burada bulamazsınız; medeniyetleri, terakkileri, itilaları, tarihleri hep dinler yapar. Dinler bir kainatı yıkar, yerine, ikinci bir kainat kurar. Fertlerin bütün hareketlerindeki esasları kımıldatan, içtimaiyatta büyük ana hatlarını çizen dindir. İslamlık ise fertlerindeki cemaat ve milliyet temayüllerini bozarak hepsini karanlık bir taassubun görmez körlüğü içinde yaşatır. Sözüme şahit işte bütün dünya yüzündeki Müslümanlık… Yüz milyonlarca Müslüman ve bizim milletimiz olan elli milyon Türk hâlâ on üç, on dört asır evvelki hurafeler ve efsanelerle çırpınıyor. Rusya’daki Türkler, Bosna Hersek, Rumeli, Hive, Buhara, Acemistan, Türkistan, Efganistan, Bulucistan, Hindistan, Mısır, Trablus, Sudan, Tunus, Cezayir, Fas, Sahra-yi Kebir, Zengibar, Cava, Somali, Sumatra… Daha sayayım mı? Hasılı bütün İslamlık bugün inkişaf etmiş, kuvvetlenmiş, ilerlemiş Hristiyan milletlerin boyunduruğu altında… Yalnız bizim Türkiye’nin yalancıktan bir istiklali var. Ama ne istiklal! Gümrüklerine СКАЧАТЬ
8
Mülkiye-i Şahane: Siyasal Bilgiler Okulu.