Название: Ordusunu Arayan Kumandan
Автор: Lütfü Şehsuvaroğlu
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-605-121-912-7
isbn:
Bir rüya uğrunda ben diyâr diyâr,
Gölgemin peşinden yürür giderim…”
Yine aynı döneme ait 1928 yılında yazılmış bir şiiri de “Nefs” adını taşımaktadır. Bu da Üstad’ın en güzel şiirleri arasındadır ve onu da atmaya kıyamamıştır. Bu şiir, şairin o güçlü nefsinin yine kendisi tarafından tarif edilerek ondan sıyrılma çabasının ifadesidir. Daha sonraki şiirlerinde bu nefsi yine aşağılayacak ama bu sefer İslami terminolojiye oturtacaktır.
“Geceler toprağa benimle inmiş.
Kasırga benimle kopmuş denizde.
Sanırım vebalı elim gezinmiş,
Çürüyen ağaçta, hasta benizde.
Cinnet, şüphe, korku benim eserim;
Sıcak kalbinizde gizlidir yerim,
Bir kurdum ki sizi hep diş diş yerim
Ve gezerim her gün elbisenizde…”
Ve ardından uzun bir ara ve yine birinci bölümdeki gibi 1972 sonrasına ait şiirler… “Benim nefsim, benim nefsim ne köpek!”(…) “Nefsimin ardından koştum perişan.” (…) “Nefs isimli o kâfir…”
“İnsan” adlı bölümde, şairin öldüğü 1983 yılına ait şiirler de var (Doymayan nefs, gözünü kara toprak doyursun / Soframıza açlığı besleyenler buyursun!); fakat bunları aralara serpiştirdiği hâlde, 1939 yılına ait bir beyitini bölümün sonuna yerleştirmeyi uygun bulmuş.
1939’da yazılan “Vasiyet” adlı şiiri de yine bir Necip Fazıl klasiğidir:
“Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam;
Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam…”
Ölümün Musavviri
Üçüncü bölüm: “Ölüm”. Gerçekte Üstad’ın şiir dünyasının atardamarı bu kavramdır. Onun en güzel işlediği konuların başında gelir. Daha önceki baskılarda “Şehir” ve “Tabiat” bölümlerinden sonra gelen “Ölüm”, son baskılarda üçüncü bölüme yerleştirilmiştir. Âdeta 1972’den itibaren yazdığı yeni şiirler, onun daha önce adını koyduğu bölümleri / konuları takviye anlamı taşımaktadır. Üstad şiirine “Poetika”sında da belirttiği gibi, “Allah”ı arama payesi biçtiğine göre, şairliğine bu minval üzere çekidüzen verilmesi zaruridir.
İlk baskıların birinci şiiri olan “Ölünün Odası”nda tarif edilen ölüm de sonraki şiirlerinde yine bu çekidüzen verme isteği doğrultusunda mutmain bir nefsin bekleme duygusuna dönüşmüş; fakat ölüm korkusu, daima şairin bütün benliğini işgal etmeye devam etmiştir.
“Bir oda yerde bir mum, perdeler indirilmiş;
Yerde çıplak bir gömlek, korkusundan dirilmiş.
Sütbeyaz duvarlarda, çivilerin gölgesi;
Artık ne bir çıtırtı, ne de bir ayak sesi…
(…)
Sarkık dudaklarının ucunda bir çizgi var;
Küçük bir çizgi, küçük, titreyen bir ân kadar.
Sarkık dudaklarında asılı titrek bir ân;
Belli ki birdenbire gitmiş çırpınamadan.
Bu benim kendi ölüm, bu benim kendi ölüm;
Bana geldiği zaman, böyle gelecek ölüm…”
Bu tarif, bu gözlem, bu telaş, bu korku, bu ölü ve çevresinin her anını teşhis ve tespit, şairde ölüm korkusunun ve onun yarattığı metafizik duyuşların, daha şairliğinin ilk dönemlerinden itibaren karakterini biçimlediğine delildir.
Mehmed Akif’in şiirindeki o zengin resim, toplumcu şairin ruhçu ama kendi benliğini, şair ruhunu fazla şiirine katmadan tebellür etmektedir. Necip Fazıl’da ise bizde eksik olan kişisel zaafların, benliğin, korkuların, nefsin doğrudan şiirdeki bu resmin mütemmim cüzü hâline geldiğini görüyoruz.
“Ya bin yıl, ya bin asır sonra o gün gelecek.
Koklarken küllerimi mezarımda bir böcek
O kadar yanacak ki bir yüksüklük toprağım,
Yerden bir damar gibi kopup fışkıracağım!
(…)
Bir tatlı vehim gibi içimi bayıltacak;
Toprağın, koşacağım, üzerinde yalnayak;
Şehrin dolaşacağım kuş gibi etrafında;
Bir beyaz hayaletin upuzun çarşafında,
Gezeceğim, doğduğum evin odalarını…”
Çocukluğuna, doğduğu evin odalarına kadar uzanan şair, bütün şiir dünyasını şekillendiren konağın hem kavram ve değerlerini yaşamakta; hem de o ev, onun dünyevi hayatının ve ötelere açılan kapıların leitmotive’i olmaktadır. Evin odaları, kimi zaman otel odalarına, münzeviliğinin tabii çevresine dönüşüyor; kimi zaman da bir tabut hâlini alıyor.
“Her yandan küçülen bir oda gibi,
Duvarlar yanaşmış, tavan alçalmış.
Sanki bir taş bebek kutuda gibi,
Hayalim, içinde uzanmış kalmış.
(…)
Ölenler yeniden doğarmış; gerçek!
Tabut değildir bu, bir tahta kundak.
Bu ağır hediye kime gidecek,
Çakılır çakılmaz üstüne kapak?”
Bu bölüm sonunda da bazıları eski döneme, bazıları yeni döneme ait beyitler yer almaktadır. Edebî metinlere çokça girmiş bir uyarıdır bu:
“Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden;
Soruversem: Haberin var mı öleceğinden?”
1977 yılına ait bir beyitle de bölüm sonunda yine ölüm gibi çetrefilli bir kavram hizaya sokuluyor:
“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?…”
Kaldırımlar Şairinin Şiir Dünyasında İki Şehir
Şehir, şairin baş tacı kavramları arasındadır. Doğduğu konak, konağın içindekiler, kadın, sevgili, anne, nefs-insan, ölüm hissi, sokaklar, kaldırımlar hep o şehrin fikirleridir bir anlamda… Kaldırımlar şairi olarak da bilinen Necip Fazıl’ın bu şiiri “Şehir” bölümünün ilk şiiridir. “Kaldırımlar” üç şiirdir. Burada da daha sonra “Çile Şairi” olacak olan Üstad’ın, geceleyin sokağı tarif edişiyle başlar şiir. Sokakta, geceleyin, bir adam yürümektedir ve bu adam kendinden başkası değildir; şair handiyse bu adamı bir başka gözle takip etmektedir:
“Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayâl görüyorum.”
Kaldırımlar, СКАЧАТЬ