Название: Hâristan
Автор: Ahmet Hikmet Müftüoğlu
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6862-29-6
isbn:
Hamra bir iki dakika devam eden sükût-ı müteheyyici ihlal etmek isteyerek:
“Mihriban.” diyordu. “İki haftadır adadasınız, gezmiyorsun, eğlenmiyorsun.”
“Ben adayı hiç sevmiyorum.”
“Neriman Bey bilakis pek seviyor galiba. Siz nakletmeden her cuma ve pazar buradaydı. Kâh bize gelir, pederle görüşüyordu. Sonra son vapura kadar adada birkaç devir ettiğini görürdük. Sen ne kadar mürdümgiriz isen, kocan o kadar neşeli. Bize geldiği zaman selamlıkta pederle konuşurkenki kahkahalarını içeriden biz işitince, neden bahsolunduğunu bilmediğimiz hâlde biz de gülerdik. Böyle adamlar keskin olur. Kardeş, sana nasihatim olsun, tetik davran.”
Mihriban bu son darbeye tahammül edemedi:
“Ben değil, onun arkasından koşanlar tetik davransınlar.”
İki rakibe beyninde ilan-ı harb vuku bulmuştu. Bu sırada köşkün önünde duran arabanın içinden, kayınvalidesinin kendisini çağırdığını gören Mihriban kısa bir veda ile amcazadelerinden ayrılırken, bunlar arabanın yanına gelerek: “Efendim gelin hanıma bu adayı sevdirmeli.” diyorlardı.
Mihriban köşke avdetle odasına atıldığı sırada kendisini, dadısının elindeki oyuncaklarla eğlenen kızının karşısında buldu. Kocası Neriman’ın kara gözlerinin küçük bir numunesi olan bebeğin henüz rengi takarrür edemeyen koyu kurşuni gözlerine bakarak, bir validenin o yalnız suçsuz bir evlad karşısında döktüğü sessiz gözyaşlarıyla ağlamaya başladı.
Pek genç, pek tecrübesiz olan kocası, Hamra gibi uyanık, hercaî, ihanete münatıf mütecessis parlak gözlere mâlik bir kadının, bilailtizam yaptığı süsler, ârâyişler, şuhluklar huzurunda, müvazenesini kaybederek sendeleyeceğini ve bir gün gönlü parçalanmış, ruhu paslanmış olduğu hâlde o pek korkunç, pek karanlık ve pek derin olan felaket uçurumuna doğru yuvarlanırken kendisini de evladını da bütün erkân-ı saadetini de beraber sürükleyeceğini düşünüyor ve bu zamanın hal-i hazıra nazaran pek yakın olduğunu görüyor ve bir taze kadının galeyan eden gurur-ı neseviyyetiyle bu uçurumdan onu, o sevdiği kocasını, zayıf kollarıyla kucaklayarak bizzat kurtarırken, uçurumun ka’rından kindar yumruklarını gösteren ifritlerin, canavarların yüzlerine tükürmek istiyordu.
Bütünbuhâileler,birasabikadınüzerindekitesir-imübalağakârisiyle Mihriban’ı sıkıyor ve aczin bir cilve-i mesudesiyle muvakkaten iktisâb eylediği bir cüret-i mahmumenin sevkiyle, çaresizliğin, meyusiyetin verdiği son bir kuvvet-i icaza kapılıp; hôdbehôd meydan-ı mübarezeye atılmak ve kendisinin gözyaşlarıyla eğlenerek ve kahkahalarla ciğerini, ciğerparesini parçalamak isteyen bir bâdire-i felaketi, ince parmaklarıyla boğmak, gözlerinden saçılan yıldırımlarla yakmak istiyordu.
Rekabet-i aşktan mütevellit gayzlar dâima gizli yaşarsa, kuvvet-i fecaatini muhafaza eder. Kalpte, kalbin karanlık bir köşesinde barındıkça hüzn-i şi’riyetle büyür. His ile ruh onun iki aşinâ-yı hicranıdır, iki cenah-i mededkârıdır. Onlarla beraber irtika, yine onlarla beraber inhitat eder. Ekseriya aşka ait en muhrik rekabetler, düştükleri gönüllerde barınacak, esrarengiz bir köşe bulamayarak za’f-ı ahlakı ima eder bir tedbirsizlikle işâa olunduğu dakika, adi bir kıskançlık kisve-i fersudesine bürünerek halkı güldürmekten başka bir şeye yaramayacak.
Kadınlar ki dünyada bütün malik oldukları şeylere tecavüzü, güzelliklerine taarruza tercih ederler. Sırf hislerine ait izzet-i nefislerini pâmâl eden istirkâbları kimseye itiraf edememek mecburiyeti, onların en harab dakikalarında memnun görünmelerini müntic olur ki, erkekler ekseriya böyle muammalar karşısında bulunmakla dûçâr-ı hayret olurlar.
Mihriban şimdi râz-ı pinhânıyla karşı karşıya kalmış ve kendisini tehdit eden karîb bir felaketin adım adım yaklaştığını görüp feryat etmek isterken, dizlerinin dibinde oyuncaklarıyla aldanan kıyının, bu kâbus-ı peyâpey felaketle istihza eden gevrek, pürüzsüz sesiyle “Nineciğim!” diye gülüşünden saçılan nur-ı meserret, bütün kara hülyalarını târümâr eylemişti. Evladını kucakladı ve ona hücum eden ejdere, bu inci dişlerden dökülen bir bebeğin pakize handeleriyle mukabele etmek isteyerek, onu bir siper gibi kavrayıp havaya kaldırdı… Ve kenarları pembeleşen o küçük gözlerin içinde muhtaç olduğu lem’a-i ümidi buldu.
Neriman çamların kütüklerini tutarak, küçük kayaların üstünden ayağı kayarak, sendeleyerek temmuz gecesinin durgun semasında parlayan yedi sekiz günlük bir hilalin ışığında, gözlerini köşkün arka kapısına dikti. Kapı açıldı. Gecenin sükûtu ortasında bir deste ipekli kumaşın feşâfeşi arasında bir gevrek kahkaha, titreye titreye çamların altına yayıldı. İki yumuşak gölge, “A! Vallahi tuhafsın kardeş!” âvâzesiyle ilerledi. Neriman göğsünden çıkardığı bir ufak deste benefşeyi Hamra’ya, “Müsaade edin şu demetçik dudaklarınızı koklasın.” diye uzatırken eteğine doğru eğildi. Hamra hafif bir çığlıkla “Destur!” dedi. “Bu kim? Gece kuşu mu?”
“Size vurulmuş bir kuş!”
Neriman’ın titreyen dudaklarından dökülen kelimelerdeki ihtizaz, sözlerini anlaşılmayacak derecede bölüyordu. Kamra hemşiresine dedi ki:
“Ay Neriman Bey imiş…”
Hamra ilave etti:
“Sizin burada ne işiniz olabilir? Bu da acayip! Ne işiniz olabilir? Yok, cevap verin. Çabuk, çabuk!..”
Neriman müşkül bir mevkide idi. Tedarik ettiği cümlelerin kâffesini şimdi unutmuş, söze nereden başlamak gerektiğini unutmuş:
“Bilir miyim efendim? Bu akşam hemşirenize, ben geçerken, bu kapıdan çamlığa çıkacağınızı söylüyordunuz. Benim de size o kadar anlatacak şeylerim, ayaklarınıza dökecek gözyaşlarım vardı ki…”
Şimdi Hamra, gözleriyle, dudaklarından kahkaha şimşekleri saçarak:
“Ne garip, ayaklarımıza dökecek gözyaşları varmış. Aman ne garip şeyler bunlar? Peki olsun! Fakat o yaşların hepsini birden dökünüz de çabuk bitsin. Kıvrılıp bükülen, sürünüp ezilen merasimden hoşlanmam. Hemen lakırdı mı söyleyeceksiniz yoksa ağlayacak mısınız? Haydi beş dakika içinde bitirin. Ve yürüyün şöyle ileri gidelim.”
Hamra ile Kamra önde eteklerini kaldırarak yürürken, Neriman arkada bu iki vücud-ı nazikterînin câzibe-i tâkâtsûzuyla atıldığı girdbâd-ı СКАЧАТЬ