Zavallı Pinokyo, hemen üzerinde bir tencere kaynayan ocağa koştu. İçinde ne olduğuna bakmak için tencerenin kapağını kaldıracak oldu ama tencere, duvara çizilmiş bir resimdi. Tahmin edin nasıl da kalakaldı oracıkta. Zaten uzun olan burnu en az dört parmak daha uzadı.
Odanın içinde koşuşturmaya ve bütün çekmece ve dolaplarda biraz ekmek, belki biraz kuru ekmek, bir kabuk, köpeğin bıraktığı bir kemik, biraz küflenmiş lapa, bir balık kılçığı, bir kiraz çekirdeği, sözün kısası çiğnenecek herhangi bir şey aramaya koyuldu. Ama hiçbir şey bulamadı. Kocaman bir hiç, gerçekten de hiç!
Bu arada açlığı arttıkça artıyordu. Zavallı Pinokyo’nun elindense esnemekten başka yapabileceği hiçbir şey gelmiyordu. Öyle bir esniyordu ki ağzı kulaklarına dek uzanıveriyordu. Esnedikten sonra tükürüyor, sanki midesi yerinden çıkıp gidiyor gibi oluyordu.
Umutsuzca ağlayarak:
“Konuşan Cırcır Böceği haklıymış. Babama isyan edip evden kaçmakla kötü ettim… Babam burada olsaydı esnemekten ölecek hâlde olmazdım. Ah! Ne de kötü hastalıkmış şu açlık!” diyordu.
Tam da bu sırada, birikmiş çöplerin en tepesinde, tavuk yumurtasına benzer yuvarlağımsı bir şey gördü. Bir atlayışta yumurtanın üzerine çullanması an meselesi oldu. Ve gerçekten de bir yumurtaydı bu.
Kuklanın sevincini anlatmam imkânsız. Tahmin etmeniz gerek bunu. Kendini düşte sanarak yumurtayı evirip çeviriyor, dokunup öpüyor, öperken de şöyle diyordu:
“Peki şimdi nasıl pişirsem onu? Omlet mi yapsam? Hayır, sahanda yumurta yapmak daha iyi. Tavada pişirsem daha mı lezzetli olur? Yoksa rafadan yumurta mı yapmalı? Yok, en hızlı sahanda pişer. Öyle çok yemek istiyorum ki onu!”
Der demez, kızgın kor dolu maltızın üzerine bir sahan yerleştirdi. Sahanın içinde de zeytinyağıyla tereyağı yerine, biraz su koydu. Sudan dumanlar çıkmaya başladığında ise… Çat! Yumurtanın kabuğu çatladı ve sanki tavaya akacak oldu.
Ama beyazıyla sarısının yerine, yumurtanın içinden, neşeli mi neşeli bir civciv çıkıverdi. Civciv yerlere kadar eğilerek:
“Çok teşekkürler Bay Pinokyo, beni kabuğumu kendim kırmak zahmetinden kurtardığınız için. Görüşmek üzere, sağlıcakla kalın. Evdekilere de çok selamlar!” dedi.
Böyle söyledikten sonra kanatlarını açtı, açık pencereden çıktı ve uçarak gözden kayboldu.
Zavallı kukla büyülenmiş gibi sabit gözlerle, ağzı açık, elinde yumurta kabuklarıyla oracıkta kaldı. Kendine gelir gelmez, umutsuzluktan ağlamaya, haykırmaya, tepinmeye başladı. Ağlarken bir yandan da:
“Demek haklıydı Konuşan Cırcır Böceği. Evden kaçmasaydım, babam burada olsaydı, şimdi açlıktan ölecek hâlde olmazdım. Ah! Ne kötü hastalıkmış şu açlık!..” diyordu.
Karnının giderek artan guruldamasını nasıl bastıracağını bilemediği için evden çıkıp, sadaka olarak bir parça ekmek verecek birkaç iyiliksever bulma umuduyla komşu köye uğramak geldi aklına.
VI
Pinokyo ayakları maltızın üzerinde uyuyakalır. Ertesi sabah ayakları tümüyle yanmış olarak uyanır
Cehennem gibi berbat bir geceydi. Tüm şiddetiyle gök gürlüyor, gökyüzü alev alır gibi şimşek çakıyor, soğuk ve amansız bir rüzgâr öfkeyle ıslık çalarak kocaman bir toz bulutunu kaldırıyor ve kırlardaki tüm ağaçları çatırdatıp gıcırdatıyordu.
Pinokyo, gök gürültüsünden ve şimşekten müthiş korkardı. Ama açlığı, korkusunu bastırdığı için kapıdan çıkıp koşmaya başladı. Sıçrayarak yüz adımda, tıpkı bir av köpeği gibi dili dışarıda, soluk soluğa köye vardı.
Ama köy kapkaranlık ve ıpıssızdı. Dükkânlar kapanmıştı; evlerin kapıları, pencereleri kapalıydı ve sokaklarda tek bir köpek bile yoktu. Sanki ölüler diyarı gibiydi.
Pinokyo, aç ve umutsuz, bir evin kapısındaki çıngıraklı zile yapıştı ve uzun uzun çalmaya başladı. İçinden:
“Mutlaka biri açmalı.” diyordu.
Gerçekten de başında gece takkesiyle, bir küçük ihtiyar kapıyı açıp huysuz huysuz bağırdı:
“Gecenin bu saatinde ne istiyorsunuz?”
“Bana birazcık ekmek verme iyiliğinde bulunmanızı…”
“Bekle de birazdan döneyim.” diye yanıtladı, karşısında sükûnet içerisinde uyuyan iyi insanları rahatsız etmek için gece gece zilleri çalan o baş belası çocuklardan biri var zanneden küçük ihtiyar.
Yarım dakika sonra pencere açıldı ve küçük ihtiyarın sesi, Pinokyo’ya bağırdı:
“Başını eğ, şapkanı çıkar.”
Pinokyo hemen küçük başlığını çıkardı. Ama çıkarmasıyla koca bir leğen suyun, başından aşağı dökülüp onu sanki bir vazo dolusu solmuş sardunya çiçeğiymiş gibi sulaması bir oldu.
Bir civciv gibi ıslak, yorgunluktan ve açlıktan bitkin, eve döndü. Ayakta duracak hâli kalmadığı için, sırılsıklam, çamurlu ayaklarını kızgın kor dolu maltıza uzatarak çöktü, oturdu.
Oracıkta uyuyakaldı. Uyurken tahtadan ayakları alev aldı; usul usul önce kömür, sonra da kül oldular.
Pinokyo, ayakları sanki kendinin değil de bir başkasınınmış gibi horul horul uyumaya devam ediyordu. Nihayet, gün doğumuyla birlikte uyandı. Çünkü kapı çalınıyordu.
“Kim o?” diye sordu esneyerek ve gözlerini ovalayarak.
“Benim.” diye yanıtladı bir ses.
Bu, Geppetto’nun sesiydi.
VII
Geppetto, eve döner ve kendi kahvaltısını Pinokyo’ya verir
Zavallı Pinokyo’nun gözleri hâlâ uyku mahmuruydu ve tamamen yanmış olan ayaklarının farkına henüz varamamıştı. Bu yüzden, babasının sesini duyar duymaz hemen sandalyeden atlayıp kapının sürgüsünü açmak istedi ama iki üç kez sendeleyip, boylu boyunca yere serildi.
Yere çarparken çıkardığı gürültü, beşinci kattan aşağı düşen bir çuval kepçenin çıkaracağı gürültünün aynısıydı.
“Aç kapıyı!” diye bağırıyordu bu sırada Geppetto sokaktan.
“Babacığım, açamıyorum.” diye yanıtlıyordu kukla ağlayıp yerde debelenerek.
“Niçin açamıyorsun?”
“Çünkü СКАЧАТЬ