Safiye sultan. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Safiye sultan - Turhan Tan страница 8

Название: Safiye sultan

Автор: Turhan Tan

Издательство: Maya Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-8068-33-7

isbn:

СКАЧАТЬ Senatörlerin çalımını pabuçlarına çiğneterek, özel danışmanları uşağa çevirerek yürüyor ve onlarla konuşurken aslanların tavşanlara birkaç mırıltı ikram etmesini andıran bir ağız kullanıyordu.

      İşte bu gözlem, genç kızın zihninde garip bir değişiklik, düşüncelerinde yaman bir yıkılışa o sebep olmuştu. Önceden korkunç olduklarını düşündüğü Türkler, şimdi ona başları yıldızların kucağına yaslanmış dağlar kadar yüce görünüyordu. Bu dağlarda çimenin, çiçeğin, rengin ve ıtırın en güzeli vardı ve onların eteğinde dolaşmak bile insana mutlu bir sarhoşluk veriyordu.

      Bafo, Türk cazibesine kapılmanın benliğinde uyandırdığı kargaşa içinde gemileri karada yürüten kahramanlarla bin Venediklinin toptan beceremeyecekleri işleri bir karış boylarıyla başarıveren cüceleri de sık sık düşünmekten kendini alamıyordu. Henüz belirsiz, henüz renksiz ve silik olmakla beraber genç kızın içinde o kahramanların eliyle itilmek, yürütülmek, uçurulmak ve o cücelerin hünerleriyle hayretten hayrete düşürülmek için bir istek var gibiydi.

      Bu duygulara sahip olan bir tek kendisi de değildi. Salonları dolduran renk renk kadınlar da aynı belirsiz çekimin, isteğin ve ihtiyacın hummasını yaşıyordu.

      Bununla beraber Bafo, silkinip kendini toplamaktan geri kalmadı. Kubat Çavuş’a cevap verdi.

      “İltifat ediyorsunuz, beni şımartıyorsunuz ekselans. Fakat anlıyorum ki, benim İstanbul’a gitmemi gerçekten istiyorsunuz. Bu arzunuz acaba benimle sık sık görüşme düşüncesinden mi doğuyor?”

      Elçi litrelerle şarabın sersemletemediği gururlu başını şöyle bir kaldırdı. Sofranın etrafını saran kadınları birer birer gözden geçirdi.

      “Türk ili dile alındığı zaman biz Türkler kendimizi unuturuz. Ben de memleketimin güzelliklerini saymak için çırpınırken kendimi düşünemezdim ve düşünmemiştim.”

      “O halde ekselans?”

      “Gerçek şudur. Biz Türkler, her şeyin en güzelini memleketimize uygun görürüz. Siz de kadın güzelliğinin en yüksek örneklerinden birisiniz. İstiyorum ki, yurdumuzun bir köşesi sizinle aydınlansın ve sizin ciğerlerinize bizim yurdun temiz havası girsin!”

      Sonra anlamlı bakışlarla Deli Cafer’in, Kara Kadı’nın yüzüne baktı.

      “Siz de,” dedi, “benim gibi düşünüyorsunuz, değil mi? Öyleyse, ulu Tanrı’nın şu güzel Bafo’yu Türk yurduna nasip etmesi için candan, yürekten dua edelim, sofradan da kalkalım!”

      Kadınlardan, fazla sarhoş olanlar “Kıskandık ekselans. Bizi güzel bulmuyorsunuz, demek,” gibi sözlerle sarkıntılığa yeltenirken, Kubat Çavuş kalktı, Bafo’yu Deli Cafer’in koluna taktı, çakırkeyif madamlardan birini de Kara Kadı’ya yoldaş etti, kendisi Duçe’nin koluna girdi.

      “Siz,” dedi, “yalnız dinlediniz, biz de boyuna konuştuk. Şimdi, vaziyetlerimiz değişecek. Dinleme nöbeti bize, konuşma sırası size gelecek!”

      Duçe Jerom sevinç içindeydi. Çünkü Don Mikez’in Topkapı Sarayı’ndaki seyislerden farksız olduğunu öğrenmiş ve Korfu Valisi’nin İstanbul’a balyoz olarak gönderilmesi halinde birçok kazanç elde edileceğini de sezmişti. Bu büyük müjdeleri kendiliğinden vermiş olan elçi Kubat Çavuş’u memnun etmek için günlerce nutuklar sıralamaya razıydı. Halbuki ziyafet programı, kendisine böyle sıkılmasına imkan bırakmıyordu. Yemekten sonra müzik vardı. En şöhretli üstatlar, en kıymetli besteleri elçi bey şerefine söyleyecekti. Daha sonra komik ve trajik sahneler gösterilecekti. Arada dans edilecekti.

      Duçe, bütün bunları elçi beye hatırlattı ve programın madde madde uygulanabilmesi için izin istedi. Kubat, kendi dolabını çevirmekle meşgul olduğundan bu ricaya ciddi bir ilgi göstermedi. Sadece hay hay deyip Kara Kadı ile gizli bir şeyler konuştu. İki Türk ana dilleriyle fakat dudak dudağa konuşuyordu. Kelimeleri yanı başlarındaki Deli Cafer’e bile duyurmaktan çekiniyorlardı. Garip olan nokta, Deli Cafer’in tek kelimesini duymadan aralarında konuştuklarını anlar gibi davranması ve ara sıra Kara Kadı’ya gözüyle, kaşıyla fikrini belli etmesiydi. Yetmişlik deniz kurdu, bunu yaparken, diz dize oturduğu güzel Bafo’ya bir şey sezdirmemeyi de başarıyor ve eski Türk düğünlerini anlatarak toy kızın zihnini kendi iradesi altında tutuyordu.

      Program bu şekilde madde madde uygulandı. Elçi beyle hemşerilerini eğlendirmek için hiçbir zahmetten kaçılmamıştı. Bazı kadınların programa dahil olmayan numaraları ise gerçekten eğlenceliydi. Venedik hazinesinin altın kitabına adlarını yazdırma fırsatını kaçırmış olduklarını anlayan bu madamlar, şaraptan aldıkları ilham ve kuvvetle üç Türk’ten birinin özel hatıraları arasında yer almaya çalıştığı için programa bağlı oyunları geride bırakacak kadar etkileyici danslar yapıyordu. Akla ve hayale sığmaz sebepler icat ederek kendilerini elçinin, Deli Cafer’in ve Kara Kadı’nın kollarına atıyorlardı.

      Onlar, ne bu kadınlara gönül düşürüyor ne de bu ilgiyle alay ediyorlardı. Sadece ağırbaşlı ve gururluydular. Düzinelerce kadın gözü, her çeşit sadakayı kabule hazır birer keşküle dönmüştü. Bu kadınların birçoğu, çeşit çeşit kelime oyunları yaparak aşk dilenciliğini açığa vurduğu halde elçi Kubat da denizci Türkler de temiz bir mermer kayıtsızlığı içinde kendi sohbetlerine devam ediyordu.

      Saldırıya geçen kadınlar son hamlelerini dansa saklıyordu. Fakat Türkler, alafranga oyun bilmediklerini ileri sürerek dansa kalkmadıklarından o hamleler de ancak yüreklerde kaldı. Zaten vakit de ilerlemişti, tan yeri yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Kubat Çavuş bu vaziyette, yaralı gönüllere merhem sürme inceliğini gösterdi, belindeki kuşağa takılı kutulardan ikincisini açtı, önündeki masaya birçok küçük şişe saçtı.

      “Hanımlar,” dedi, “bu şişelerde memleketimin en güzel kokularından birer parça vardır, gelin, yağma edin!”

      Ve çığlıklarla bölünen bir anda şişelerin yağma edilmesi üzerine iki elini göğsüne kavuşturarak şöyle bir açıklama yaptı:

      “Gevşek davranıp yahut beceriksizlik edip koku alamayanlar benim konakladığım eve gelebilirler, diledikleri kadar koku alırlar. Şimdilik bize izin.”

      Duçe, basit bir karşılama memuru gibi yan yan yürüyerek elçi beye yol gösterme kaygısına düştüğü sırada Kubat Çavuş, Deli Cafer’le Kara Kadı’ya ve Bafo’ya döndü.

      “Buyurun öne geçin. Bize düşen ardınızdan gelmektir. Fakat sizi ve bizi saatlerdir nur içinde yaşatan küçük hanıma da yine görüşelim demeyi unutmayalım. Hepimizin yolu ayrı ama ulu Tanrı’nın ne yapacağı bilinmez. Ben İstanbul’a gideyim derken İngiliz adalarına düşerim, siz Fas yoluna dümen kırmışken Kıbrıs’a düşersiniz. Matmazel de Korfu’ya giderken İstanbul’a düşebilir.

      Bafo gülümsedi.

      “Böyle bir yanlışlığın,” dedi, “başıma gelmesini dilerim ekselans!”

      “Umarım Tanrı bu içten dileğinizi duyar küçük hanım!”

      Duçe’yle Kubat, iki deniz kurdunu büyük kanalın bir köşesinde bekleyen kayıklarına СКАЧАТЬ