Safiye sultan. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Safiye sultan - Turhan Tan страница 7

Название: Safiye sultan

Автор: Turhan Tan

Издательство: Maya Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-8068-33-7

isbn:

СКАЧАТЬ Cafer, işte bu derin hayret içinde sözünü bitirdi, yüzünü Bafo’ya çevirdi.

      “Turgut Reis’in yanında o gün ben de vardım, Kara Kadı da vardı. Bir koyun sürüsünü suya götürür gibi şarkı söyleyerek gemileri yürütmüştük. Fakat kuvvet bizim değildi, Turgut’undu. Ona da bu güç aşktan geliyordu.”

      Bafo, ruhları dalgınlaşan o topluluk içinde kendine ilk gelen oldu ve mahmur mahmur sordu:

      “Turgut Reis aşık mıydı?”

      “Evet, aşıktı.”

      “Kime?”

      “Savaşa.”

      Bu kısa cevabın ne büyük bir hakikat taşıdığını aşkla, şevkle anlatmaya da girişecekti. Fakat Türk yiğitliğini, Türk kahramanlığını, Türk dehasını tek bir öykünün canlı çerçevesi içinde Venediklilere seyrettirmeyi siyaset bakımından doğru ve gerekli bularak Cerbe olayını Deli Cafer’e naklettirmiş olan elçi Kubat Çavuş araya girdi.

      “Kara Kadı amca,” dedi, “senden de Nasuh ile Cafer ’in hikayelerini dinleyelim. Bir savaş hikayesinden sonra tatlı bir kıssa dinlemek sinir yatıştırır.”

      Ve Duçe’ye hitap ederek nasıl bir konu seçtiğini açıkladı:

      “Nasuh ile Cafer, Kara Kadı amcanın cüceleridir. Ne Osmanoğulları sarayında ne Çini maçinde ne de bir başka yerde onlardan daha küçük boylu insan vardır. Rahmetli Sultan Süleyman bu minimini yaratıkları haber alınca, kendilerinin değil, sahibi olan Kara Kadı’nın ağırlığınca altın verip onları sarayına almak istedi. Fakat o sırada bu emmiler devlet hizmetini bırakıp savuşmuştu. İzlerini bulmak, cüceleri almak mümkün olmadı.

      Kara Kadı’ya bakarak sustu. O da bu bakıştaki arzuyu anlayarak anlatmaya koyuldu.

      “Nasuh’la Cafer bir boydadır, bir çaptadır. Teraziye koyuşumda ağırlıkları bir gelir. Ne yarım dirhem aşağı ne yarım dirhem yukarı. İkiz olmadıkları, hatta bir memleket halkından bulunmadıkları halde birbirlerine denk olmaları, yüzce de benzer görünmeleri şaşılacak bir şeydir. Ben her ikisini birlikte terbiye ettim, okuttum, yetiştirdim. Şimdi Nasuh kaç dil bilirse, Cafer de o kadar dil bilir. Cafer ata ne kadar iyi binerse, Nasuh da o kadar güzel at kullanır. Nişancılıkta, cirit oyununda, yüzmede, gemi kullanmada ikisi de birinci sınıf ustalardandır. Fakat biri öbüründen üstün değildir. Zavallıların beceremedikleri tek bir sanat var. Pehlivanlık! Cüsseleri uygun olmadığından o sanatta yaya kaldılar.”

      Herkes bu uzun övgüleri alık alık ve ağızları açık dinlerken Bafo sordu.

      “Cücelerinizin boyları ne kadar?”

      “Benim elimin ölçüsüyle üç karış!”

      Bafo’nun gözü Kara Kadı’nın kalın ve kuvvetli eline kaydı. Koca koca gemileri birer kuzu uysallığıyla karada yürüten bu elin sandığı kadar uzun olmadığını gördü.

      “Benim elimle,” dedi, “beş karış demek. Çok küçük şeyler. Nerede buldunuz bunları?”

      Kubat Çavuş müdahale etti:

      “Nerede bulduğunu öğrenmekten bir şey çıkmaz. Şimdi nerede bulunduklarını sorunuz ki, talihiniz varsa kendilerini görebilesiniz.”

      Kara Kadı, derin derin Bafo’nun yüzüne baktı ve ağır ağır cevap verdi:

      “Cücelerim gemidedir, gemi de biliyorsunuz, Venedik Limanı’ndadır. İsteyen gelir, cücelerimi görür, kendileriyle konuşur.”

      Bafo, içini çekti.

      “Yarın,” dedi, “yorgunum. Öbür gün hazırlıklarımı tamamlamaya mecburum, daha öbür gün yolcuyum.”

      Deli Cafer de Kara Kadı da heyecanla sordular.

      “Ay yolculuk mu var? Nereye?”

      “Korfu’ya. Babamın yanına gidiyoruz. İki gün sonra Venedik’ten ayrılacağız.”

      Elçi Kubat Çavuş’un kaşlarını bir an için çatan heyecanlı tavırlarının anlamsızlığını, daha doğrusu yersizliğini anlamış olan deniz kurtları, soğukkanlılıklarını ele almıştı. Bafo’nun yolculuğunu sebep göstererek, onun ağzı laf yapan, cambaz, sihirbaz cüceleri görmekten korktuğu için Korfu’ya kadar kaçmaya hazırlandığını söyleyerek şakalaşıyorlardı. Kubat Çavuş bir müddet bu şakalaşmayı dinledi, sonra kendi de şaka yapıyormuş gibi görünerek sohbete başka bir yön verdi.

      “Sevgili amcalarım,” diyordu, “küçük hanım bilinmez ve bulunmaz bir yere gitmiyor ki. Korfu, hepimizin bildiği bir yer. Otuz yıl önce, Venedikli dostlarımızla orada küçük bir güreş de yapmıştık, kazanan ve kaybeden belli olmadan ayrılmıştık. Siz, dilediğiniz zaman adaya gider, küçük hanıma cücelerinizi gösterebilirsiniz.”

      Ve sonra kafataslarının içine, yüreklerin en gizli köşelerine bakar gibi görünen kudretli gözlerini Bafo’nun tatlı yüzüne dikti.

      “Ben,” dedi, “Duçe cenaplarına rica edeyim, siz de babanızı balyozluğu kabul etmesi için kandırınız, Korfu’dan İstanbul’a gidiniz. Orada savaş filolarını koyun sürüsü gibi ıslık çala çala yürüten şu babayiğitlerin binlercesine, hikayelerini dinlerken ağzınızın sulandığı cücelerin daha mükemmellerine ve her şeyin en iyisine rastlayacaksınız. İstanbul, Türk olalı beri, Tanrı’nın beğendiği yerlerden biri olmuştur. Orada şimdi hava, biraz cennet kokusu taşır. Su, enikonu kevserleşir. Güneşse bütün İstanbulluları örten kızıl ipekten işlenmiş bir mantoyu andırır. Bu manto, büyülü olduğu için yazın serinlik, kışın sıcaklık hissettirir ve hiçbir mevsimde üşütmez, terletmez. Ya mehtap çıktığında? Sizi inandırmak için dinime yemin ederek söylüyorum, İstanbul’un her mehtabı hemen hemen sizin kadar güzeldir.”

      Bafo “Ne güzel yalan söylüyorsunuz elçi bey!” diye kahkahayı koparırken, Kubat Çavuş etrafındakileri telaşa düşürecek derecede ciddileşti.

      “Dinime,” dedi, “yemin ettiğimi söylediğime göre, sözüme inanmanız gerekir. Siz, buraların mehtapları kadar değil, İstanbul’un akıllar alan, yürekler hoplatan mehtapları kadar güzelsiniz. Öğüdümü kabul eder de İstanbul’a giderseniz her ay beş altı gün göğe asılan o nurdan aynada kendinizi görebilirsiniz.”

      Bunlar, bu sözler Bafo’nun zihninde silinmez izler bırakıyor ve duygularını harekete geçiriyordu. Deli Cafer, Kara Kadı ve Kubat Çavuş efsunlu bir üçgen gibi zihninde hep birden yer almıştı ve o zihin, cazip olduğu kadar garip ve garip bulunduğu kadar da cazip olan bu üçgenin incitmeyen ağırlığı altında tatlı tatlı sallanıp duruyordu.

      Türkleri, toy kalbinin bütün temizliğiyle artık güzel ve yüksek buluyordu. Türklüğe karşı eşsiz bir zümrüt, eşsiz bir inci için duyulan çekime benzer bir yakınlık hissediyordu.

      Bu hızlı kapılışta, aralarına düştüğü üç Türk’ün vücutlarının güzelliğiyle terbiyelerinin mükemmelliği ve yaklaşımlarındaki gösterişsiz zarafetin СКАЧАТЬ