Kara Kadı bu cevabı İtalyancaya çevirip Bafo’ya anlattı, o da değme aklın dayanamayacağı kadar zarif bir tebessümle memnun kaldığını hissettirdikten sonra, elini Şehzade Murat’a uzattı, bir imparatoriçe ağırlığıyla ve emreden bir sesle görevini hatırlattı.
“Elimi tutunuz, beni daireme kadar götürmek lütfunda bulununuz!”
Korsanlar, bu laubaliliğe şaşırıp kalmıştı. Hele Şeyh Şüca, küçük ve büyük dilini yutmuş gibi derin ve acılı bir hayret içinde sahneye bakıyordu. Fakat Şehzade Murat ne şaşırdı, ne kızdı. Kendisine uzatılan zarif eli mutlu bir heyecanla tuttu, odadaki üç erkeğe selam vermeyi bile aklından çıkaran neşeli bir telaş içinde Bafo’yla uzaklaşıp gitti.
O, Şeyh Şüca’nın dairesinde ve korsanların yanında yasak bir meyve, el değmemiş bir çiçek durumuna düşen Venedik dilberini helal bir meyve ve helal bir çiçeğe dönüştürebilmek için kendi odasına hemen kapamak ihtiyacındaydı. Bafo’nun bir çift yakut üzerinde beliren gülümsemesi o ihtiyacı coşturmuş, elini uzatması ise Şehzadede akıl fikir bırakmamıştı. Aç bir yürek ve aç bir ruh ile dairesine doğru koşuyor, iliklerine kadar gülümseyen Bafo’yu da kendine uydurup koşturuyordu.
Odadakiler uzun bir süre bu maskaralığın şaşkınlığını taşıdı, sonra birbirlerinin yüzüne baktı. Deli Cafer’le Kara Kadı, kısa bir bakışla birbirlerine fikirlerini söylemişti ve bu düşünceler aynıydı, Şehzadenin bir kadın delisi olduğunu gösteriyordu.
Fakat Şeyh Şüca’nın düşüncesi başkaydı. O da korsanlar gibi şaşkındı, şöyle böyle mürit edindiği Şehzadenin bir Frenk kızına çarçabuk tutkunluk göstermesine akıl erdirememişti. Lakin şimdi onları düşünmüyordu. Kendi budalalığını ölçerek üzülüyordu ve korsanların ağızlarını kapamak için çareler araştırıyordu.
Budalalık dedik. Çünkü Şeyh, Bafo’yu gördükten sonra yaptığı densizlikten dolayı pişman olmuştu. Kız onun da esaslı bir dayak yemesine rağmen sarsılmamış olan aklı üzerinde derin etkiler yapmıştı. Korsanları kızdırmayarak kızı Şehzadeden önce niçin görmediğine ve görür görmez de niçin gizli bir köşeye kapamadığına hayıflanıyordu. Fakat iş işten geçmişti, artık o bir içim suyu Şehzadenin dudağından geri çekmek mümkün değildi. O halde yapılacak şey korsanların her dolaştıkları yerde şu dayak hadisesini anlatmamalarını ve kendi haysiyetini yıkmamalarını sağlamaktan ibaret kalıyordu.
Şeyh Şüca işte bu düşünce ile henüz odadan ayrılmayan korsanlara yanaştı.
“Yiğitlerim,” dedi, “sikkeme ve cübbeme saygı göstermediniz, beni incittiniz. Lakin bir şeyh kin tutmaz, kimse için hınç taşımaz. Ben de işlediğiniz günahı unutacağım, sizi pirime havale edip cezalandırmayacağım.”
Deli Cafer, acı acı gülerek onun sözünü kesti:
“Bizi,” dedi, “pirine mi havale edeceksin? Ulan, pirin yerin dibine geçsin. Biz de seni Ulu Tanrı’ya havale ederiz.”
Ve kollarını kavuşturarak sert sert sordu:
“Pirini, pireni bırak da ne istediğini söyle. Çünkü dilinin altında bir bakla döndüğünü görüyoruz.”
Şeyh Şüca bu uyarı üzerine dileğini açığa vurdu, şurada burada adının hakaretle anılmamasını ve dayak yediğinin kimselere söylenilmemesini rica etti. Deli Cafer, dövülmekten değil de dövüldüğünün duyulmasından korkan bu eli nasırlı şeyhe bakıp bakıp başını sallıyordu, nihayet dayanamadı.
“Sen,” dedi, “budala mısın, nesin? Biz, işimizi gücümüzü bırakıp seni mi düşüneceğiz? Yoksa adam dövmek hüner midir ki onunla diyar diyar övünelim? Bununla beraber işin gülünç tarafı var. Bizim şu eşikten çıkar çıkmaz seni unutacağımıza şüphe yok. Fakat dayak yediğin sırada bizi çevreleyip seyre dalanların ağzını nasıl kapayacaksın?”
Şeyh Efendi, onları da susturmaya çalışacağını söylediğinden, iki yiğit denizci odadan ayrıldı, sofada dolaşan uşaklardan birini önlerine katarak dairelerine doğru yollandı. Sarayın bütün selamlık dairelerinde, ahırlarında, mutfaklarında, bahçelerinde, odunluklarında, çamaşırhanelerinde, muhafız koğuşlarında bulunanlar, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın Şeyh Efendi hazretlerine dayak attığını, Şehzadeyle de senli benli görüştüğünü duymuştu. Onun için adım başında üç beş kişi kenara çekilerek boyun kırıyor ve ünlü korsanlara saygılarını hissettirmeye çalışıyordu.
Onların bu selamlaşmalarla ilgilendiği yoktu. Her boyun kıran gruba veya adama Aleykümselam, demekle yetinip yollarına devam ediyorlardı. Fakat boylu poslu, yakışıklı ve zarif giyimli bir delikanlının verdiği selam onları avlunun ortasında adeta mıhladı, ayaklarını yürümekten alıkoydu. İkisi de onu tanıdığından emin olmakla beraber umulmayan bir tesadüfün verdiği hayretle duruvermişti. Halbuki o güzel ve şık genç, kendilerini tanımamış gibi görünerek adım adım uzaklaşıyordu.
Bu vaziyete Kara Kadı, yanlış hatırlamaktan korktu ama hemen seslendi:
“Bire doğancı, koşma, dur!” Genç erkek başını çevirdi, geri dönmeye lüzum görmeden sordu:
“Beni mi çağırıyorsunuz?”
“Hele şükür anladın. Bari gel de bizim kim olduğumuzu da anla!”
O, sırmalı kostümünün içinde salına salına, fakat isteksiz bir biçimde döndü, denizcilerin yanına geldi.
“Ne istiyorsunuz ağalar,” dedi, “bana bir emriniz mi var?”
Kara Kadı, kaşlarını çatarak ona cevap verdi.
“Sen, Beşinoğlu Kaya Bey’in yanında değil miydin?”
“Evet!”
“Bir zamanlar adın da Artin’di. Sonra sünnet oldun, hak dinine girdin, Mehmet adını aldın. Bu da doğru değil mi?”
“Evet!”
“Eee, burada ne arıyorsun?”
“Kaya Bey beni doğancı yapıp yetiştirdikten sonra aziz Hünkara armağan etti. O da Şehzadenin av merakını düşünüp beni buraya yolladı. Şimdi şehzade hizmetindeyim. Adım da Kara Mehmet’tir.
“Memnun olduk. Lakin bizi henüz tanımadığını da görüp şaştık. Ben korsan Kara Kadı değil miyim, yoldaşım da yine korsan Deli Cafer değil miydi? Kaya Bey’in çiftliğine az mı gelirdik?”
Kara Mehmet, dalgınlığının affedilmesini rica etti, denizcilerin elini öptü.
“Vallahi,” dedi, “sizin buraya kadar geleceğinizi ummazdım. Hatta iki deniz kurdu bir Venedik kuzusunu yakalayıp Şehzadeye getirmiş, Şeyh Şüca’yı da ısırmış diye kulağıma demin bir laf çalmışken incelemedim, neme lazım, neme lazım diye düşünüp adınızı bile СКАЧАТЬ