Yazması oyalı kundurası boyalı yâr benim
Aman amman… yâr benim
Uzun da geceler yâr boynuma sar benim
Aman amman… sar benim…
Kısa bir suskunluktan sonra devam ediyordu.
İki keklik bir dereden su içer
Dertli de keklik dertsizlere dert açar
Aman amman… dert açar
Buna yanık sevda derler
Tez geçer…
“Geçmez İhsan, tez geçmez, hatta ömür boyu geçmez, geç meyecek,” diye içinden karşılık veriyordu ona Cavidan.
Yazması oyalı kundurası boyalı yâr benim
Aman amman… yâr benim
Uzun da geceler yar boynuma sar benim
Aman amman… sar benim…
Hiç susmasın istiyordu. Hiç bitmesin istiyordu türkü. Ama bitiyordu. İhsan tekrar çalışmaya dönüyordu. Cavidan ise onu izlemeye devam ediyordu. Bazı günler akşam olana, hava kararıp da her şey gibi İhsan’ı da görünmez kılana dek ayrılmıyordu pencerenin önünden. O zamanlar daha aşkını ilan etmemişti ona. Daha cesaret edememişti buna. Bekliyordu sadece. İhsan’ın her öğle molasında söylediği o türküyü kendisi için söylediğini sanmayı; türküdeki iki keklikten birinin adını Cavidan, diğerinin adını İhsan olarak düşünmeyi seviyordu. Yazması oyalı kundurası boyalı o yâr, İhsan’ın uzun gecelerde boynunu sarmasını dilediği o yâr, Cavidan’dan başka kim olabilirdi?
Kimse…
Niye ağlıyordu o zaman? Niye yanıyordu içi? Niye paramparça olmuştu yüreği?
Kirli küçük camın ardında hiçbir şey yoktu çünkü. Aslında var olmayan bir hayale bakıyordu dakikalardır, yıllardır…
“Niye sevmedin beni İhsan? Neden birazcık bile olsa sevemedin? Çirkinim diye mi? Ne olmuş çirkinsem? Seni seviyorum ben… Seni her şeyden çok seviyorum… Şimdiyse her şeyden çok nefret ediyorum senden… Kendimden bile nefret etmiyorum o kadar… Evet… Senden nefret ettiğim kadar nefret etmiyorum kendimden bile… Allah belanı versin İhsan… Vermezse de vermesin… O vermezse ben vereceğim… Belan olacağım… Hayatını karartan cezan olacağım… O kadar seviyorum seni işte… O kadar aşığım sana… Hâlâ aşığım… Son nefesime dek de nefret etmekten asla vazgeçmeyeceğim… Senden nefret etmekten asla vazgeçmeyeceğim… Ve seni sevmekten…”
Sayıklıyordu Cavidan. Gerçeklik duygusunu tamamen yitirmiş, sayıklıyordu. Artık ne geçmişteydi, ne de şimdiki zamanda. İkisinin arasında başka bir yerdeydi. Zamansız bir yerde… Hiçbir şeyin değişmediği, sonsuza dek aynı kaldığı bir yerde… Sıkışıp kaldığı, hareket edemediği, nefes alamadığı, karanlık bir yerde…
O yerden bulunduğu yere baktığında ise gördüğü manzara karşısında dehşete kapılmaması imkânsızdı.
Çatı katı farelerle doluydu. Onlarca, belki de yüzlerce fare vardı. O kadar çoklardı ki, koca odada adım atacak boşluk kalmamıştı. Her yerdeydiler. Etrafını sarmışlardı. Hareketsiz durmuş sabit gözlerle ona bakıyorlardı. Sesleri ise dayanılmazdı.
Kendini en büyük korkusunun ortasında, en korkunç kâbusunun içinde bulan Cavidan’ın dudaklarından acı bir çığlık koptu. Onları görmemek için gözlerini sımsıkı yumdu, seslerini duymamak için iki eliyle kulaklarını sımsıkı kapattı, olduğu yerde büzüldü.
Akşamüzeri, Doktor Arif Bey, külüstür Anadol’uyla çiftliğin sınırları içine girdi. Terk edilmiş ve balta girmemiş bir orman görünümüne bürünmüş bahçeden çiftlik evine doğru ilerlerken, Sabahat’ın sabahki tuhaf ziyaretini düşünüyordu.
İçinde Cavidan Hanım’ın hizmetçisi Sabahat’ın ve daha önce o civarda görmediği yaşlı bir beyin bulunduğu son model bir otomobil sağlık ocağının önünde durduğunda, odasında pencereden dışarıyı seyrederek sigarasını içmekteydi Arif Bey. İki hasta arasında bir sigara ve bir bardak çay içmek adetiydi. Sigarasını ve çayını içerken de rahatsız edilmekten hiç hoşlanmazdı. Sağlık ocağının tek hemşiresi bunu bilir, sıra bekleyen hastalar kıyameti koparsa da asla doktoru rahatsız etmezdi. Sızlanan hastaya ağzının payını verir, iki dakika beklese ölmeyeceğini söylerdi. Artık köyün insanları da alışmıştı bu duruma. Çağrılana kadar seslerini çıkarmadan bekler, doktoru kızdırmaya cesaret edemezlerdi. Bu yüzden, henüz sigarasını yeni yakmış ve çayından birkaç yudum almış olan Doktor Arif Bey, hemşirenin çekinerek odaya girmesine ve Cavidan Hanım’ın hizmetçisi Sabahat’ın onu görmek istediğini söylemesine şaşırmıştı. Hemşiresine bu cesareti veren ancak bir ölüm kalım meselesi olabilirdi.
Gerçekten de Sabahat, doktorla Cavidan Hanım’la ilgili olarak görüşmek istediğini, durumun çok acil olduğunu, ölüm kalım meselesi olduğunu söylemişti. Yüzündeki ifade ve sesinin tonu da söylediklerinin doğru olduğunu ispatlıyordu. Ayrıca daha önceleri, çiftlik evinde doktora ihtiyaçları olduğunda kalkıp sağlık ocağına gelmek yerine telefon ederlerdi. Şimdi Sabahat oraya kadar teşrif ettiğine göre önemli ve farklı bir gelişme olmalıydı.
Doktor Arif Bey de buna ikna olmuştu ki hemşireye Sabahat’ı içeri alma iznini verdi. Sabahat tek başına odaya girdi. Arif Bey, gayri ihtiyari pencereye doğru bir bakış attı. Sabahat’ı oraya getiren beyin, arabasının önünde beklemekte olduğunu gördü. Sonra tekrar Sabahat’a dönerek her zaman çatık duran kaşlarının altından onu süzdü, molasının bölünmesine sinirlendiğini belli eden sert bir sesle şikâyetini sordu. Sabahat, doktorun karşısındaki koltuğa oturup başladı anlatmaya. Evleneceğini, bu haberi Cavidan Hanım’ın hiç hoş karşılamadığını, bu yüzden tartıştıklarını, apar topar evi terk etmekten başka çaresi kalmadığını bir çırpıda anlattı.
“Malum, Cavidan Hanım yarım akıllıdır. Kafası gidip geliyor. Siz de biliyorsunuz ne deli olduğunu. Sonra yaşlı kadıncağız, bir ayağı çukurda. Bir başına ne yer ne içer? Allah korusun, iki güne kalmaz açlıktan susuzluktan ölüp gider. Ömrü hayatında kendi kendine bir bardak su koymamıştır o. Hiçbir şey yapmayı bilmez. Acizdir zavallı, bensiz ne yapar? Ama ben de geri dönemem artık. Çok ağır konuştu, kalbimi kırdı. Vallahi söyledikleri yenilir yutulur şeyler değil, doktor bey. Şimdi benim o lafları yutup dönmem olacak şey mi? Değil helbet. Ama şu vicdan yok mu… Ah ah, insan iyi yürekli olmaya görsün, bir gün huzur bulamaz. Vicdanı sızlayıp durur, rahat vermez bir türlü. Düşünün bir kere; bana yapmadığı, demediği kalmadı, hâlâ onun iyiliğini, sağlığını düşünüyorum. Çekip gitmekten başka çare bırakmadı, gene de kadıncağızı bir başına bıraktım diye vicdanım sızlıyor. Acıyorum ona. Merhametli insan olmak çok zor, doktor bey, çok zor…”
Doktor Arif Bey, bu bombardıman karşısında ambale olmuştu. Sabahat’ın bütün bunları ona niye anlattığını, ondan ne istediğini de anlayamamıştı. Kibar olmak gibi bir derdi de hiçbir zaman olmadığından, açıkça sordu.
“Benden ne istiyorsun?”
Sabahat СКАЧАТЬ