Название: Uzay ve Zaman Hikayeleri
Автор: H.G. Wells
Издательство: Maya Kitap
isbn: 9786057605573
isbn:
Güney Atlantik, tarihteki en yüksek seviyesine yükselmişti. Fırtınalar, okyanusun sularını karaya doğru kilometrelerce savuruyor; dalgalar, Arjantin kıyılarındaki koca şehirleri bütünüyle yutuyordu. Geceleri sıcaklık o kadar artıyordu ki güneşin doğması, dünyaya bir gölge düşürüyor gibiydi. Kuzey kutup dairesinden Boynuz Burnu’na kadar, bütün Amerika’da şiddetli depremler yaşanıyordu. Yamaçlar dökülüyor, yerkabuğunda kırıklar oluşuyor, binalar tamamen yok olana dek parçalarına ayrılıyordu. Cotopaxi Yanardağı’nın bir tarafı, muazzam bir sarsıntı sonucu tamamen yıkılmıştı. Sıcak lav, o kadar hızlı akıyordu ki bir gün içinde denize ulaşmıştı.
Daha sonra yıldız, hâlâ yukarıda olan soluk ayla birlikte, Pasifik boyunca ilerledi. Peşinden de âdeta bir pelerin gibi, yok edici fırtınalar geliyordu. Fırtınayla birlikte gelen devasa gelgit dalgaları önüne çıkan adalara çarpıyor, hepsini insanlardan temizliyordu. Ve sonunda o dalga geldi. Yukarıda kör edici ışık ve öldürücü sıcak, aşağıda on beş metrelik sudan bir duvar… Dalga iştahla kükrüyor, Asya’nın uzun kıyılarını ve Çin’in ovalarını silip süpürüyordu. Güneş’ten daha büyük ve sıcak olan yıldız, dünyaya çok acımasız davranıyordu. Pagodaları, ağaçları, yolları, kocaman çiftlikleriyle köylerde ve şehirlerde, milyonlarca insan olan biteni çaresizce izliyordu. Ağır uzuvları ve ateşimsi nefesiyle hiçbir yere doğru uçan yolcu, arkasında da onu kovalamaya çalışan devasa bir su duvarı… Sonra da ölüm.
Çin bembeyaz parlıyordu. Japonya’da ve tüm Doğu Asya adalarında, yeraltından fışkıran buhar ve lavlar, yıldızın gelişini kutluyorlardı. Bu yüzden yıldız, kıpkırmızı bir ateş topu gibi görünüyordu oralarda. Yukarıda lav ve sıcak gazlar, aşağıda kaynayan seller vardı. Ve tüm dünya olağanüstü depremlerle sallandı. Himalayalar’ın daha önce erimemiş olan karları bile eriyor, Burma ve Hindistan’ın gittikçe derinleşen kanallarına akıyordu. Hint ormanlarının birbirine karışmış tepeleri, binlerce farklı yerden yanıyordu. Akan suların altında, ağaç köklerinin etrafında, hâlâ mücadele eden karanlık cisimler vardı ve ateşin kan kırmızısı rengini yansıtıyorlardı. Herkesin kendi canını kurtarmaya çalışıyor; insan kümeleri, insanlığın son umudu olabilecek yerlere kaçmaya çalışıyordu: denizlere.
Yıldız daha da büyüyordu. Daha büyük, daha sıcak, daha parlak… Tropik okyanuslar fosforunu kaybetmişti. Hiç ara vermeden etrafa vuran kara dalgalardan yükselen buhar bir hortum oluşturmuş, kaosu daha da artırmıştı.
Sonra tuhaf bir şey oldu. Önceki günler yıldızı izleyen Avrupalılara göre dünya artık dönmüyordu. Sellerden ve yıkılan evlerden kaçmaya çalışan yüz binlerce insan, anlamsızca yıldızın yükselmesini bekliyordu. Korkunç bir belirsizlik içinde geçiyordu saatler ama yıldız yükselmiyordu. İnsanlık, sonsuza kadar kaybettiklerini sandıkları takımyıldızlarına çevirdi gözünü. İngiltere’de gökyüzü, sıcak ve bomboştu ve yer, sürekli titriyordu. Ama tropikal kuşakta buharın arasındaki boşluklardan Sirius, Arabacı ve Aldebaran görünüyordu. Normalden neredeyse on saat sonra yıldız yükseldiğinde ise hemen arkasından güneş de yükseldi. Beyaz kalbinin tam ortasında siyah bir disk bulunuyordu.
Yıldız, tam da Asya’nın üzerindeyken gökyüzünün hareketinin gerisinde kalmaya başlamıştı ve Hindistan’ın üzerinde asılı kaldı, ışığı azalmaya başladı. O akşam, İndus Nehri’nden Ganj Nehri’ne kadar Hindistan’ın tüm ovaları, parlak sulardan oluşan, orada burada üstü insan dolu büyük tapınakların, sarayların, tepelerin bulunabileceği sığ çöllere dönüşmüştü. Her yükselti, kargaşa ve çaresizlik içinde, tek tek suya düşen insanlarla doluydu. Bütün kıta ağlıyor gibiydi. Sonra bir gölge, soğuk bir nefes geçti umutsuzluk fırınının önünden. Serinleşen havada yükselen buhar birleşip bir bulut topluluğu oluşturmuştu. Neredeyse kör olmuş insanlar yıldıza bakıp kara diskin daha da büyüdüğünü, ışığı gitgide daha çok kapladığını gördü. Aydı bu siyah disk. Yıldız ve Dünya’nın arasına girmeye çalışıyordu. Bu kısacık anda bile Tanrı’ya dua ediyordu insanlar. Tam o sırada, olağandışı bir hızla güneş yükselmeye başladı. Sonra yıldız, ay ve güneş hep birlikte göklere doğru ilerlemeye başladılar.
Hemen sonra, Avrupalı seyircilerin şahitliğinde, güneş ve yıldız birbirine yaklaştı, bir süre yan yana ilerledi, yavaşladı, yavaşladı, durdu ve en sonunda tek bir devasa ateş topuna dönüştü. Ay, artık yıldızın ışığını engellemiyordu, gökyüzünün görkeminde kaybolmuştu. Hayatta kalanların çoğu, olayları boş gözlerle izliyorlardı. Herkes açtı, yorgundu. Kavurucu sıcak ve onunla birlikte gelen umutsuzluk hâkimdi yeryüzüne. Yine de gökyüzünde neler olduğunu kavrayabilen bazı insanlar vardı. Dünya ve yıldız birbirlerine en yakın oldukları noktayı atlatmış ve birbirlerini etrafa savurmuşlardı. Çoktan küçülmeye başlamıştı yıldız. Yolculuğunun son safhasında Güneş’e doğru gidiyordu.
Sonra bulutlar toplandı, gökyüzündeki hareketler artık görünmüyordu. Fırtına ve şimşekler, bütün dünyayı kaplayan bir örtü oluşturdu. İnsanlığın daha önce hiç görmediği şiddette bir yağmur başladı. Yanardağların hüküm sürdüğü yerlerde çamur parçacıkları yağıyordu bulutlardan. Her yeri kaplayan su, ardında çamur kaplı döküntüler, ölü insan bedenleri ve bozulmuş bir zemin bırakarak akıp gidiyordu. Günlerce her yerde akan su, önüne çıkan ağaçları, evleri, toprağı beraberinde götürüyor ve tek bir yerde koca bir yığın haline getiriyordu. Yıldızın ve sıcaklığının kaybolmasıyla gelen karanlık günlerdi bunlar. Depremler aylar boyunca devam etti.
Ama en azından yıldız geçip gitmişti. Aç ve cesaretini toplamaya başlamış insanlar, yıkılmış şehirlerine, gömülmüş ambarlarına ve sular altında kalan tarlalarına dönebilirlerdi. Fırtınalardan kaçmayı başarmış birkaç gemi, önceden tanıdıkları limanlardan geçip hepsinin tanınamaz hale geldiğini görüyorlardı. Ve fırtınalar yatışınca havanın, yıldızdan öncesinden daha sıcak olduğunu, Güneş’in daha büyük olduğunu ve Ay’ın önceden olduğunun üçte biri kadar olduğunu fark ettiler.
İnsanlar, yeni yönetimler oluşturmaya başlamıştı. Makinelerden, kitaplardan, kurallardan geriye kalan her şeyi kurtarmaya çalışıyorlardı. İzlanda’ya, Grönland’a ve Baffin Koyu’na giden denizciler, buraları yemyeşil bulup gözlerine inanamamışlardı. Artık dünya çok daha sıcak olduğundan, insanlar güney ve kuzey kutuplarına daha yakın yerlere göç ediyorlardı.
Marslı astronomlar (insanlardan çok farklı canlılar olsalar da Mars’ta da astronomlar vardı) doğal olarak, bu durumla fazlasıyla ilgileniyorlardı. Olayları sadece kendi perspektiflerinden görebiliyorlardı elbette. “Güneşimize çarpan o kocaman füzenin sıcaklığını ve kütlesini göz önünde bulundurursak, bu kadar yakından geçmesine rağmen dünyaya ne kadar da az zarar verdi. Varlığını bildiğimiz tüm kıtalar ve denizler eskiden olduğu gibi duruyor. Tek fark, kutuplardaki beyazlıkların (donmuş sudan bahsediyor) azalmış olması gibi görünüyor,” şeklinde bir makale yazdı bir Marslı. Bu yazı, görebileceğimiz en kudretli felaketlerin bile, birkaç milyon kilometre öteden ne kadar küçük gözükebileceğini gösteriyor.
Mucizeler Yaratabilen Adam
Yeteneğin doğuştan olup olmadığı şüphelidir. Kendi СКАЧАТЬ