Sonra birden yüzüne endişe dolu bir ifade yerleşti. Aklına getirmemeye çalışsa da başaramıyordu. Heyecanına aslında nedenini bildiği tuhaf bir huzursuzluk gölge düşürüyordu.
O sabah, yalnızca Çamlı Köşk Okulunun hazine avına katılabileceğini bildiren mektubu almamıştı. Okulun yetkilisine gönderilmiş olan bir başka mektup daha vardı. Işıl öğretmen düzgün bir el yazısıyla ancak belirgin dil bilgisi hatalarıyla dolu olan mektuba anlam verememişti.
Mektupta, hazine avını kazanan okula verilecek ödülün yanı sıra çok değerli başka bir “hazine”nin de saklı olduğu yazıyordu. Mektubu yazan her kimse, bu çok değerli hazinenin ne olduğunu açıklamıyordu. Ancak peşinde onu ele geçirmek isteyen kötü niyetli kişilerin olduğunu açıkça belirtiyordu. Yani hazine avı oyununa katılanlar yalnızca bilgi peşindeki öğrenciler değildi. Bu kişiler şifreleri ele geçiremeyecekleri için öğrencileri izleyeceklerdi. Bu durumda çocuklar beklenmedik tehlikelerle karşı karşıya kalabilirlerdi.
Işıl öğretmen mektubun Çamlı Köşk Okulunun yarışmadan çekilmesi için gönderildiğini düşünerek içini rahatlatmaya çalıştı. Katılımcı okullardan birinin yetkilisi, kendi okulunun şansını artırmak için böyle bir yalan uydurup diğer okulların gözünü korkutmayı ve böylece yarışmadan çekilmelerini sağlamayı planlamış olabilirdi pekâlâ. Acaba mektubu gönderen “uyanık yetkili” hangi okulların katılacağını nasıl öğrenmişti?
Işıl öğretmen bu teorisini çok mantıklı buldu ve mektubun üstünde daha fazla durmamaya karar verdi. Okul yönetimini de şimdilik haberdar etmemek en doğrusuydu. Karışıklık yaratmanın anlamı yoktu.
Ancak tam öğretmenler odasına girmek üzereydi ki, içini kaplayan o huzursuzluğun onu terk etmeyeceğini anladı. Öğrencilerinin tehlikede olabileceğiyle ilgili en ufak bir kuşku bile beyninin zonklamasına neden oluyordu. Bu konuda yapabileceği bir şey olmalıydı, ama ne?
3. BÖLÜM
Hazine Avı Başlıyor
Çocuklar otobüse biner binmez ayrı yerlere dağıldılar. Kaan bulduğu ilk koltuğa oturdu ve çantasından eline ilk geçen kitabı çıkarıp okumaya başladı. Okumak, kimseyle konuşmak zorunda kalmamak için iyi bir taktikdi. Ceren okuldan eve dönerken her zaman yaptığı gibi yine kulaklıklarını takıp müzik dinlemeye koyuldu. Ateş ise otobüsten inip tramvaya binecekleri durağı kaçırmamak için gözünü dışarıya dikti. Evine okul servisiyle değil de otobüsle döndüğü için diğerlerine göre daha deneyimli sayılırdı. Trafik yoğun değildi. Belki de henüz öğlen olmadığı içindir, diye kendince fikir yürüttü. Günün o saatinde hep okulda olurdu.
Farklı şeylerle uğraşıyor gibi görünseler de aslında hepsi bir an önce Milion Taşı’nın olduğu yere ulaşmak ve ikinci şifreyi öğrenmek için sabırsızlanıyorlardı.
Sultanahmet’e varıp tramvaydan inince, Kaan hemen aldıkları şehir planını açtı. İstanbul’un kimi noktalarının numaralandırılmış olduğu bu plan işlerine yarayacak gibiydi. Üçü de taşın yerini görmek için başlarını plana doğru eğdiler.
Kaan parmağını bir noktaya koyup, “İşte burada!” dedi. Ayasofya’nın karşısındaki köşede, birkaç yolun kesiştiği noktadaydı. Başlarını şehir planından kaldırıp çevrelerine şöyle bir göz atmaları yeterli oldu. Yağmurun kesilip güneşin yüzünü göstermesini fırsat bilen birkaç turist taşın başındaydı. Kaan arkadaşlarına belli etmeden Sultanahmet’e daha önce geldiği hâlde Milion Taşı’nı fark etmediği için içten içe hayıflandı.
O tarafa doğru yürürlerken Ateş, “Acaba ilk gelen ekip biz miyiz?” diye sordu.
Ceren omuzlarını silkti. “Etrafta bizden başka öğrenci yok gibi görünüyor. Ya çoktan gelip gittiler ya da gerçekten biz hızlı davrandık. Tabii bir de üçüncü seçenek var. Yani şifreyi yanlış anlamış ve yanlış yere gelmiş olabiliriz.”
Ateş cep telefonunu çantasından çıkarırken, “Umarım ikinci seçenektir.” dedi. “Burada fotoğraf çekinelim mi? Ne dersiniz?” diye sordu. “Hem buraya geldiğimizin kanıtı olur hem de hatıra…”
Ceren yine omuzlarını silkti. “Neden olmasın.” Ardından Ateş’in elinden telefonunu alıp Milion Taşı’nın önünde bir fotoğrafını çekti.
Fotoğraf çekme sırası Ateş’e gelince Ceren’le yer değiştirdi. Elindeki cep telefonu sanki profesyonel bir fotoğraf makinesiymiş gibi davranıyordu. Doğru açıyı yakalamak için bir ileriye bir geriye doğru hareket ederken biriyle çarpıştı. Adamcağız sendelemişti. Ateş’in sırt çantasına tutunup dengesini sağlayınca yere düşmekten son anda kurtuldu.
O sırada yoldan geçen birkaç kişi dönüp ne olduğuna baktı.
Ateş, “Affedersiniz! İyi misiniz?” diye sorarken adam telaşla, “İyiyim, iyiyim! Biğ şeyim yok!” dedi ve yürüyüp gitti.
Ceren, “Adamcağızı neredeyse yere indirecektin.” diye söylendi.
Ateş ise çarpışmanın bu kadar şiddetli olmasına bir anlam verememişti. Hızlı hareket etmiyordu ki! “Bana çarpan oydu!” diyerek kendini savundu. “Hem çantamı öyle bir çekiştirdi ki, yere inecek biri varsa o da bendim!” Sonra da konuyu değiştirmek için Milion Taşı’nı çevreleyen ahşap yola kazınmış şehir isimlerinden bazılarını ve tanıtıcı levhayı yüksek sesle okudu.
O da bitince sabırsızlık içinde cep telefonunu kontrol etti. “Acaba biz mi Işıl öğretmene mesaj atsak?” diye sordu. Birkaç dakika öncesine dek kendine duyduğu güven yerini endişeye bırakmıştı. “Belki de gerçekten bir yerde hata yaptık.”
Ceren, “Eğer öyleyse şifreyi yeniden gözden geçiririz.” diye karşılık verdi. “Hem benim daha iyi bir fikrim var. Burada durup endişe içinde beklemek yerine meydanın çevresindeki kafelerden birinde karnımızı doyuralım. Çünkü mesaj gelirse yemeğe fırsat bulamayabiliriz. Gelmezse zaten moralimiz bozulup iştahımız kaçacağı için yiyemeyiz. Yarışmayı düzenleyenler şifreyi çözüp buraya geldiğimizi görmüşlerdir mutlaka. Özellikle az önceki çarpışmadan sonra!”
Ateş tam yine, ama bana çarpan oydu diyecekti ki, vazgeçti. Yüzüne yapmacık bir gülümseme yerleştirip, “Evet, tarihî mekâna biraz hareket katmanın iyi olacağını düşündüm!” dedi.
Bu sözüne diğerleri güldüler. Bunun üzerine Ateş midesini ovalayıp, “Bir şeyler atıştırmak hiç de fena bir fikir değil.” diyerek Ceren’e katıldı.
Kaan, “Benim bildiğim bir yer var ama meydanda değil.” diyerek parmağıyla ilerisini işaret etti. “Yukarıya doğru tramvay yolunu izlersek pek uzakta sayılmaz.” СКАЧАТЬ