Yalan. Yücel Tahsin
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yalan - Yücel Tahsin страница 31

Название: Yalan

Автор: Yücel Tahsin

Издательство: Can Yayınları

Жанр:

Серия:

isbn: 9789750717642

isbn:

СКАЧАТЬ olarak anlayamadım, hocam,” dedi çekine çekine.

      Ama Yusuf Aksu yanıtını doğal buldu.

      “Anlamasanız da olur,” diye yanıtladı. “Kafası karışık bir adamdır, nesne ortada dururken neden araya bir de kavram sokarak işleri büsbütün karıştırmalı ki?”

      “Evet, hocam, çok haklısınız,” dedi Bayram Beyaz. “Öyle ya, neden karıştırmalı?”

      Yusuf Aksu içini çekti.

      “Dilciler böyledir, her şeyi birbirine karıştırırlar,” dedi. “Yalnız onlar mı? Dilcisi de, felsefecisi de, politikacısı da, hukukçusu da, matematikçisi de, hepsi, hepsi karıştırıyor, çünkü hepsi de dile belbağlamış, dili gerçek bir iletişim aracı sanıyorlar.”

      Bayram Beyaz, bilgisizliğini ortaya koymak pahasına, “Neden, hocam?” diye sordu.

      “İnsan dilinin temel özelliği böyle, yani onların düşündüklerinin tam tersi; Babil söylenini uyduranlar boşuna uydurmamışlar,” dedi Yusuf Aksu, “her şeyi birbirine karıştırmamıza dil neden oluyor.”

      “Çok doğru, hocam,” diye onayladı Bayram Beyaz, ancak içi pek de rahat değildi: böyle olunca, günahı insanların defterine değil, dilin defterine yazmak, böylece belki ilk patronu da bağışlamak gerekirdi, ters mers, ama böyle. Gene de Yusuf Aksu’yu haklı bulmaktan kendini alamıyordu: örnek ortadaydı işte, İsviçreli adamın savını anlamıyordu, Yusuf Aksu’nun buna ilişkin açıklamasını da pek kavrayamamıştı, ama, Yusuf Aksu’nun dilin anlaşılmazlığına ilişkin savını anlamış olması bir yana, şurada saatlerdir karşılıklı konuşup anlaşıyorlardı, bu anlaşma bir yanılsamaysa, ondan ışık almaya çalışması da boşunaydı. Küçümsenip azarlanmayı göze aldı, “Ama sizin açıklamanızı çok iyi anlıyorum, hocam; öyleyse, siz de dili kullandığınıza göre, kusurun dilin kendisinden çok, dili kullananlarda olduğu söylenemez mi?” diye sordu.

      Yusuf Aksu gülümsedi, nerdeyse elle tutulur bir esenlik içinde, Yunus’un bu konudaki gözlemlerini anımsadı, sonra, o çok derinlerden gelen uyumlu sesiyle, ağır ağır, anımsadıklarını Bayram Beyaz’a açıklamaya girişti: o, yani kendisi, hep gerçek bildirişimin, yani dil öncesinin bildirişiminin, daha insanların kekelediği dönemlerin bildirişiminin arkasından koşmuştu, yani onun aradığı bildirişim yalın bildirişimdi; oysa, hemen her toplumda, insanlar, bir yandan sözcük sayısını sürekli artırmaya çalışıyor, bir yandan da tek bir sözcüğe beş anlam birden yüklüyorlardı; böylece, sen “ekmek” ya da “toprak” dediğin zaman bile, karşındakiler bambaşka şeyler anlıyorlardı. Ama insan, doğası gereği, yaşadığına bakardı; açlık, susuzluk, gitme, gelme, isteme, geri çevirme, kızma, sevinme gibi duyum ve edimleri iletmek için hep somut göstergeler kullanırdı; bu duyum ve edimler dile hiç başvurulmadan da iletilebilirdi ya, dil binlerce yıldır süregelen bir toplumsal araç olduğundan, sözcüklere başvurmak daha kolay geliyor, bu da en açık şeylerin bile karıştırılmasına yol açıyordu. Ona göre, karmaşık söylemleri biraz olsun anlaşılır kılabilmek için, somutun düzlemine dönmek gerekirdi. Yazık ki, gereçleri öncelikle dil olduğundan, ansiklopediler bile bu amacı gerçekleştirmiş olmaktan uzaktı.

      Yusuf Aksu, alnında boncuk boncuk terler, sol eli göğsünün üstünde, soluğu kesilmiş gibi duruverdi birden, başını önüne eğerek gözlerini yumdu. Sanki bir düş görüyordu da iyi seçemiyordu: kendisi mi konuşmuştu, yoksa Yunus’u mu dinlemişti, bilemiyordu, ama Yunus’un düşüncesini ilk kez böyle kesintisiz, nerdeyse eklemlenimsiz bir biçimde dile getirmiş gibi bir duygu vardı içinde. Bayağı uzun konuştuğunu da tüm benliğini sarmış olan ateşten anlıyordu. Gözlerini açtı, başını kaldırdı. Karşısında nerdeyse soluk bile almadan kendisine bakmakta olan Bayram Beyaz’ı gördü, tüm bunları ona anlattığını unutmuş gibi şaşırdı. Kendisi de ona baktı bir süre.

      “Anlatabildim mi?” diye sordu.

      “Evet, hocam, çok güzel anlattınız,” dedi Bayram Beyaz.

      Başlangıçta, gözünü bile kırpmadan, nerdeyse soluk bile almadan, ağzı açık dinlemiş, sonunda, Chateaubriand gibi ağlamış ve inanmıştı: Yusuf Aksu usuyla, belleğiyle, bilgisi ve insanlığıyla, şu yeryüzünde bulabileceği en büyük ustaydı; üstelik, felsefe, hukuk, politika, matematik, her alanı bilir göründüğüne göre, yaşamın her alanında öncülük edebilirdi insana. İşte, gerçeğe ulaşma yolunda, kuramın ve uygulamanın ilk öğelerini büyük bir cömertlikle önüne seriyordu. Öyleyse daha dün uzak bir düş gibi görünen yetişim sürecinin bir anda gerçekleşme evresine girdiğini düşünebilirdi. Kendini tutamayarak birden ileriye fırlayıp ellerine yapıştı, üst üste birkaç kez öpüp alnına götürdü.

      “Evet, hocam, çok güzel anlattınız,” diye yineledi. “Gözlerimin önündeki perdeyi kaldırıverdiniz.”

      Yusuf Aksu “Bu çocuk deli mi yoksa? Önce el sıkıyordu, şimdi tutmuş el öpüyor! Böyle birdenbire ne oldu buna?” diye geçirdi içinden, sonra aradığı açıklamayı bulduğunu sandı, “Demek gidiyorsunuz,” dedi, gülümseyerek ayağa kalktı, “Umarım, gene görüşürüz: siz akıllı bir gençsiniz.”

      Bayram Beyaz gitmeyi usundan bile geçirmemişti, ama soruya ister istemez olumlu yanıt vermek zorunda kaldı. Yusuf Aksu ne zamandır böyle uzun süre, hem de böyle coşkuyla konuşmamıştı, konuğunun, tam da böyle gençliğinin en güzel konusuna dönmüşken, birdenbire gitmek istemesine üzüldü, bu buluşmanın çok rahatlatıcı olduğunu, dünyasını genişlettiğini düşünüyordu. İçini çekerek elini omzuna koydu; bundan böyle, Müslüm efendinin aracılığına gerek kalmadan, istediği zaman kendisini görmeye gelebileceğini, bunun için birkaç saniyelik aralarla üç kez kapıya vurmasının yeteceğini söyledi. Sonra Saussure’ün kitabını koltuğuna sıkıştırdı.

      “Bir de siz göz atın bakalım,” dedi. “Doğrusunu isterseniz, bana hep karışık, yer yer de saçma gelmiştir. Şu gösterge, ses, kavram, nesne konusunu o mu karıştırıyor, yoksa ben mi anlamıyorum? Okuyun da sonra bunu görüşelim.”

      Bayram Beyaz göğsünün genişlediğini duyar gibi oldu.

      “Peki, hocam, emriniz olur,” dedi, asansörle giriş katına, oradan da, merdivenle kapıcı dairesine inerken, bir an, başdöndürücü bir hızla göğe yükseliyormuş gibi bir duyguya kapıldı. Sanki bir düş evreninde deviniyor, ayakları yere değmiyordu.

      Tokatlı Müslüm kapıyı açıp da “Buyur, hemşerim, şöyle buyur!” dediği zaman, gökten yere düşmüş gibi bir ürperti duydu. Ama o da bu yüceliğe uygun bir coşkuyla karşıladı kendisini. “Şimdi sıra kafaları çekmede!” diyerek çelik masanın üstüne damalı bir muşamba serdi, her biri başka bir boyda, başka bir biçimde, çatallar, kaşıklar, bardaklar, tabaklar getirdi. Bardaklara rakı koydu, Bayram Beyaz’ı zorla müdür makamına oturttu, rakı kadehini kaldırarak “Hadi, şerefe!” dedi.

      Tam kadehlerin tokuşturulduğu sırada, kapı açıldı, buraya daha önceki gelişinde Müslüm efendinin sözü döndürüp dolaştırıp kendisine getirdiği Sivaslı Cemile, Müslüm’ün kendisinden bile iri bir kadın, başında çenesinin altından bağlanmış bir güllü yazma, sırtında kendinden kuşaklı, bol ve uzun bir basma giysiyle içeriye girdi, her şeyi önceden bildiğini kanıtlamak istercesine, “Oho! СКАЧАТЬ