“Aferin onlara.”
“Sersemler.”
Ardından Egle’yi bahçe kapısına kadar götürüp uğurladım. Ağaçların arasında yapayalnız kalmıştım; yolu bulmakta biraz zorluk çektim. Belbo kendi yollarından birini takip ediyor, böğürtlen çalılarının arasında nefes nefese yürüyordu. Herkesin de yapacağı gibi ay ışığının altında nereye gittiğimi bilmeyerek dolanıyor, kendimi ağaçların arasında kaybediyordum. Torino, sığınaklar, saldırı sirenleri bir kez daha uzak diyarlara ait olağanüstü olaylar gibi gelmeye başladı. Gerçekleşmesini umduğum o karşılaşma, rüzgârın taşıyıp kulağıma getirdiği o sesler, hatta Cate bile gerçek değildi sanki. Mesela Gallo ile sohbet edebilmek için nelerimi vermezdim diye düşündüm o an.
Yola ulaştığımda aklım tekrar savaşa gitmişti bile. Savaşa ve boş yere yaşamını yitirenlere. Bahçede kimse yoktu. Evin arkasındaki çimliklerde şarkı söylüyorlardı. Belbo yokuşun yarısında dikilip kalmış olsa da kimse gelişimi fark etmedi. Puslu gölgenin altındaki pencere korkuluklarını, küçük taştan masaları ve aralanmış kapıyı görebiliyordum. Geçen yılın mısır koçanları ahşap balkondan aşağı sarkıyordu. Terk edilmiş bir mekâna benziyordu; ıssız bir köy evi gibiydi.
“Cate çıkıp gelirse öcünü almak için ağzına geleni söyleyebilir.” diye düşündüm.
Arkamı dönüp ağaçların arasına dalmak üzereydim. Cate’in orada olmamasını, Torino’da kalmış olmasını umuyordum. O an küçük bir oğlan çocuğu koşarak köşede belirdi ve aniden durdu. Beni görmüştü.
“Biri mi var orada?” diye seslendim çocuğa.
Kuşku dolu gözlerle bana baktı. Üstünde denizci kıyafeti olan, açık tenli bir çocuktu. Ay ışığının altında neredeyse komik görünüyordu. Önceki gece onu fark etmemiştim.
Kapıya yaklaşıp arkasından seslendim. “Anne!” diye seslendi o da. Elinde bir tabak sebze kabuğuyla Cate çıkıverdi kapıdan. Tam o an Belbo yuvarlana yuvarlana yanıma çıkıp gölgelerin arasına daldı. Çocuk ürküp Cate’in eteklerine yapışmıştı.
“Deli çocuk.” dedi Cate. “Korkacak bir şey yok.”
“Hâlâ hayattasın demek.” dedim Cate’e.
Elindeki kabukları dışarı atmak için korkuluklara yanaşmıştı. Aniden durup kafasını bana doğru çevirdi. Başını eskiden olduğundan daha yüksekte tutuyordu. Dudaklarındaki o alaycı gülümsemeyi tanıyordum. “Yürüyüşe mi çıkmıştın?” diye sordu. “Sırf yürüyüş yapmak için mi çıkıp duruyorsun böyle?”
“Dün akşam şarkı söylediğini duymadım.” dedim. “Gelmeyip Torino’da kaldığını düşündüm.”
“Dino!” diye seslendi çocuğa. Kabukları dışarı attı, sonra tabağı çocuğun eline tutuşturup içeri gönderdi.
Çocuk gittikten sonra gülmesi kesilmişti. “Diğerlerinin yanına gitmeye ne dersin?” dedi.
“Çocuk senin oğlun, değil mi?” diye karşılık verdim.
Ağzını açmadan bana öylece baktı.
“Evlendin mi?”
Sertçe başını salladı. Bu huyunu da hatırlıyordum. “Seni ilgilendirir mi bu?” dedi.
“Yakışıklı çocukmuş. Sağlığı da yerinde gibi.” dedim.
“Torino’ya götürüp okutuyorum.” dedi. “Hava kararmadan buraya dönüyoruz.”
Ay ışığında onu net bir şekilde görebiliyordum. Değişmemişti ama aynı zamanda da başka biri gibiydi. Kendinden emin ve soğukkanlı bir edayla konuşuyordu ama kolundan tutup onu yakaladığım günler sanki dün gibiydi. Üzerinde köylerde giydikleri kısa etekten vardı.
“Sen şarkı söyleyenlere katılmıyor musun o hâlde?” diye sordum.
Az önce de yaptığı gibi kasılarak gülümsedi, sonra aynı şekilde başını geriye attı. “Şarkılarımızı dinlemeye mi geldin? Pastanene geri dönsene sen.”
Son zamanlarda öğrendiğim bir gülümsemeyle, “Şapşal.” dedim. “Hâlâ o eski günleri mi düşünüyorsun?”
Alışık olduğum o alımlı dudaklarını hatırlıyordum ama artık daha sert, daha küçük duruyorlardı. Çocuk yeniden bahçeye çıkınca Belbo havlamaya başladı. “Belbo, gel buraya.” diye seslendim. Dino yanımızdan geçip içeri koştu.
“İnanmayacaksın ama bu köpek benim tek dostum.” dedim.
“Senin değil o.” dedi.
Esprili şekilde benim hakkımda her şeyi bilip bilmediğini sordum. “Bense senin hakkında bir şey bilmiyorum.” dedim. “Şimdiye dek nasıl bir yaşam sürdün? Neler yapıyorsun? Gallo’nun Sardinya’da yaşamını yitirdiğini biliyorsundur herhâlde.”
“Ciddi olamazsın!” dedi dehşet içinde. Olayın nasıl geliştiğini anlatınca neredeyse ağlayacaktı. “Demek savaş böyle bir şey.” dedi. “Deli çocuk.” Kendinde değildi sanki; kaşlarını çatmış yere bakıyordu.
“Sen neler yaptın peki?” diye sordum. “İstediğin gibi ayakçı olabildin mi?”
Yüzünde yine alaycı bir ifade belirdi. Bunun beni ilgilendirmediğini söyledi tekrar. Karşı karşıya dikiliyorduk. Elini tuttum. Geçmişimizi küçümsediğimi düşünmesini istemiyordum. Nazikçe bileğine dokundum. “Bana nasıl bir yaşam sürdüğünü anlatmayacak mısın?” dedim.
Aptala benzer ihtiyar bir kadın çıkıverdi içeriden. “Kim o?” diye sordu.
Cate gelenin ben olduğumu söyledi. Kadın gelip benle sohbet etmeye başladı. O sırada ay batmıştı.
“Dino diğerlerine takılıp gitti.” dedi Cate.
“Üzerindeki o denizci kıyafetini neden çıkarmıyorsun?” diye sordu yaşlı kadın. “Sonra çimlerde arkasını batırıyor, biliyorsun.”
Cate kadını yanıtladıktan sonra ben de ay hakkında yorum yapıp konuşmaya devam ettim. Birlikte çayırlara doğru yürümeye başladık. Şarkı sesleri kesilmiş, artık kahkaha sesleri geliyordu. O kısa yürüyüşümüzde az önce gördüğüm ihtiyar kadının Cate’in ninesi olduğunu, evin de Le Fontane adında bir meyhane olduğunu öğrendim. Savaş çıkınca müşterilerin ayağı kesilmişti tabii.
“Savaş biraz daha uzarsa deden her şeyini satıp köprü altlarında yaşamaya başlayacak.” dedi yaşlı kadın.
Evin arkasında toplanan grup bu sefer daha küçüktü. Fonso, başka bir adam, bir de iki kız vardı. Bir ağacın altında toplanmış, uzanabildikleri dallardan elma topluyor, СКАЧАТЬ