Bir perşembe günü, Bego kuleye gelmişti. O akşam bir iki ahbabı da beraberdi. Fakat ertesi cuma günü beş altı efendi ve bey daha geldikleri gibi, geçen yaz Siroz taraflarından geldikleri hâlde Serfiçe’nin zevk ve sefa erbabının pek hoşlandıkları gibi, bu kış da bırakamadıkları bir kol Çingene, çalgı ve köçekleri de gelmişlerdi. Artık köy birbirine girmişti. O günün kuşluğu, akşamlığı için börekler, baklavalar açılıyor, hindiler, kazlar hatta kuzular kesiliyordu. Evet, kuzular zahir! Gerçi Serfiçe tarafları için ocak ayının sonları henüz kuzu mevsimi değildir. Doğan kuzular daha pek süt kuzusu sayılırlar ise de Bego için güçlük mü var? Beş altı senedir âdet hâline getirdiği ziyafet işini bu sene de bozmamak için ta Yenişehir taraflarından dört tane kuzu getirtmişti. İzmir gibi Yenişehir ovasında da kuzular pek turfanda olarak yetişiyorlar.
Rumeli deyip de geçmemeli. Aşçılığın oralardaki terakkisi İstanbul’dan hiç de aşağı değildir. Gerçi henüz Avrupa ile münasebeti, İstanbul derecesine varmamış olduğu için Avrupa’nın buralara ithal ettiği biftekler, giotlar, rostolar falanlar daha oralara kadar varamamış ise de her türlü hamur yiyecekler, etler, hele tatlılar tarafıyla Rumeli mutfakları, âdeta İstanbul mutfaklarıyla yarışabilirler.
Cuma günü güya kuşluk yemeği olmak üzere başlanan ziyafetin bir ucu akşam yemeğine kadar uzandığı gibi vur patlasın, çal oynasın âlemi, gece yarısına kadar da devam etti. Çingenelerin yalnız def çalmaktan ibaret fakat dört beş tanesi birden dövüldükçe eski mehterhane davullarını yâd ettiren çalgıları, ince saz takımına alışan başları beyinleri patlatacak bir şey ise de dumanlanmış olan kafaların, mercan gibi kızarmış bulunan kulaklarına bundan başka da müzik girer mi? Fakat “Çingene” denildiği hâlde ne renkçe ne de çirkinlikçe bizim Sulukule ve Ayvansaray Çingenelerine kıyas bile kabul etmeyen ve renkçe beyaz, endamca latif ve yüzce hakikaten güzel olan köçeklerin oyunları gerçekten hoştur. Bunların okudukları şarkılarda mana ve musiki aranamaz ise de oyun tarzlarında her türlü letafet çokça mevcuttur. Böyle bir eğlencede bu köçeklere verilecek para, evvelden belirlenemez. Geceliği şu kadara birtakım çalgı veyahut bir kol çengi getirmeye de benzeyemez. Köçeklerin temaşa erbabının kucaklarına yatması âdetti. Kucaklarına yattıkları adamlar, alınlarına, yanaklarına paralar yapıştırırlar. Ama öylesine hatırlara gelebileceği şekliyle öyle basit metelik falan değil. Gümüş para yapıştırmak bile şıklık sayılamaz. Altın yapıştırırlar.
Hatta eğer hazırun3 arasında bu hususta bir de rekabet açılır ise var ya âdeta çengilerin günleri gün olur. Yahut daha doğrusu geceleri gece olur. Dört çenginin oynadığı bir gecede binden ziyade yirmilik altın yapıştırılmış olduğunu çocukluğumuzda gözlerimiz ile görmüşüzdür ki şimdilerde işittiğimize göre o zamanın yirmilik altınına bedel lira çeyreği ve Kremiçe altını yapıştırılıyormuş.
Yirmi otuz tabancanın birden patlayıp köçeklerin maharetlerini alkışlamak, bu gibi ziyafetlerin en mühim neşe kaynağıdır. Köçek fasılları bittikçe aşağıda değirmende köylülerin davul, zurna ve gayda ve gusla fasılları ve kadınların, kızların horaları başlardı. Bunlar temaşasız oynanamazlar ya? Tüm hazırun o zaman değirmene inerek bunları da övgü alameti olan silah sesleriyle alkışlarlardı. Hatta bir aralık “Sirto! Sirto!” bağrışmaları da birkaç taraftan meydan aldı. Bu ise asıl “gusla” denilen ve bizim kemençelerin aslı ve fakat barbar hâli demek olan sazın özelliklerinden olmasıyla guslacı Rum, ayağa kalktı. Bu defa oynamak nöbeti beylere, efendilere geldi. Bizzat kendileri bir halka teşkil ederek sirto oyununa başladılar ise de birer birer Çingene köçekleri de halkaya davet ederek işi büyülttüler. Kafalara ve oyunlara o kadar bir sıcaklık gelmişti ki yerler kar ile örtülü olduğu hâlde sohbet erbabı âdeta kan terlere batmışlardı.
Burada maksadımız, şöyle bir ziyafete ait olan tafsilatın tümünü yazmak değildir. Keşke bir yazar bunu kendisine maksat edinseydi de yazsa idi. Zira zamanın yenilikleri ve ihtiyaçları kavimlerin bu hâllerinin tümünü yavaş yavaş değiştirecektir ve zamanla bunlar, yazılmadığı takdirde unutulup gideceklerdir. Bu hâl İstanbul’umuz için de geçerlidir. Bu ihtiyacı bizzat hissetmişizdir. Bir aralık tiyatro oyunu için müzikçe eski tavşan havalarına ve oyun için dahi eski köçek oyunlarına lüzum görülmüştü. Gayet ihtiyar bir bunak Ermeni’den başka bir erbabını bulamadık. “Köçek oyunu” deyip de geçivermemeli? Müzik nağmelerinin beden hareketlerine uyumu ve inkılabı demek olan bu sanat gayet dakiktir. Âdeta güzel sanatların en güzellerindendir. Mızıkanın ruhu olan dümteklerin hükmü, köçeğin, çenginin atacağı adımlar hakkında da geçerlidir. Öyle zannolunduğu gibi her oyun aksak usulüyle icra olunmaz. Aksak usulünün bile “Türk aksağı, hafif aksak, ağır aksak” nevileri olduğu gibi oyunlarda yine aksak hükmünde olan “devr-i hindi” ve “evfer” usulleri de geçerlidir. O ihtiyar Ermeni’nin rivayetine göre, eski oyunların tümünün bir oyun tarzı var imiş. “Zincir” ve “devr-i kebîr” usulleriyle oynayanlar parmak ile gösteriliyormuş. Herif, “otuz iki usul ile oynanırdı” dediği zaman ne kadar üzüntüyle göğüs geçiriyordu. İşte bunlar, artık günümüzde İstanbul’umuzda da unutulmuştur.
Hâlbuki kalem erbabının kendi zamanlarının ahvalini genişçe tasvir edip yazmaları, üzerlerinde büyük bir vazife olduğu gibi ressamların da bu ahvali tasvir edip çizmeleri büyük önem arz ermektedir. Bunlardan sonra gelen yazarlar ve diğer sanat erbabı olan insanlar da bunların yazdıklarını ve çizdiklerini görerek o asırlar hakkında bilgi sahibi olacaklardır. Fakat burada bizim maksadımız, Osmanlı ve Yunan muharebesinin vukusundan evvel, işte bu vadide bu kulede bu ziyafet esnasında edilmiş olan acayip bir tefeülden haber vermek olduğundan, o tefeülün ne surette vukuya geldiğini anlatmaya medar olmak için de o hâller hakkında bu kadarcık malumat vermeyi lüzumlu gördük.
2
ARNAVUTÇA BİR TEFEÜL
Bego’nun ziyafetindeki misafirler, kuşluk yemeğine oturmuşlardı. Sofrayı alafranga kurulmuş zannetmezsiniz ya? Yere seccadeler serilip onun üzerine büyük bir sofra bezi yayıldıktan sonra ekmekler, kaşıklar, falanlar da bunun üzerine konulmaktan ibaret bir sofra ki misafirler de bunun etrafına yere oturup sofra bezinin birer kenarını da dizlerinin üzerine alırlar.
Malum ya? Baş yemek kuzu, hindi ve kaz dolmalarıdır. Hele kuzu mevcut iken bu şerefi başkalarına bırakamaz. Bu gün mevsim gereği misafirler kuzuyu beklemediklerinden, uşaklar kocaman bir bakır tepsi üzerinde arka arkaya konulmuş iki kuzudan müteşekkil bir yemeği getirdikleri zaman “O! O! Bu mevsimde kuzu ha! Boşuna Kahramanoğlu Mehmet Bey dememişler.” gibi alkışlar ile kuzuyu karşıladılar.
Arnavut ziyafetlerinde kuzunun büyük bir ehemmiyeti vardır. O da sekiz on el birden kuzu üzerine hücum edip de ikinci üçüncü hamlede biçareyi tarumar ettikleri zaman meydana çıkan kürek kemiğini, hane sahibi eline aldığında bunu kime vereceği kaziyesidir. Zira o kemiği kime verir ise o adamda bir büyük ehemmiyet var demektir. Hem bu ehemmiyet öyle rütbece, servetçe falanca bir ehemmiyet değildir. Mana ve irfanca bir ehemmiyet! Öyle ya! Bu kürek kemiğini dişleri ve dili ile yalayıp temizledikten sonra onu bir aydınlığa doğru tutup aydınlatırdı ve kemik içinde görebileceği kan lekesi gibi şeylerden manalar çıkararak meclis ehline bunları anlatacaktır. Arnavutlar nezdinde bu, bir faldır. Hem de ne kadar mühim bir fal ya? Bu tefeülde adam her ne söyler ise onun gerçekten çıkacağına kimse şüphe edemez.
Bunları СКАЧАТЬ
3
Bir toplantıya katılanlar. (e.n.)