Название: Seçme Eserler
Автор: Alimcan İbrahimov
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6981-44-7
isbn:
Sara her gün geliyordu. Ben tamamen iyileştiğimde bana okumayı öğretmeye başladı.
Lâkin ben, kitaptan ziyade onun gözlerine bakıyordum. İlgimi çekmek için her türlü yola başvurdu, öfkelendi, sinirlendi. Fakat çok fazla sonuç alamadı.
Bir gün Sara ile yürüyüşe çıktık. Bir an nedense babam aklıma düştü, sonra da gözümün önüne hastanede gördüğüm Hazreti İsa’nın resmi geldi.
Meleğin kanatlarına iki elimle yapıştım ve oraya götürmesi için yalvarmaya başladım.
O önce şaşırdı, neden gideceğimizi söyleyince canlanıp aniden:
– Seni başka bir yere götüreyim. Orada daha iyileri var, dedi.
Şehrin ortasında, etrafı bahçeyle çevrili büyük bir saraya vardık. Büyük beyaz merdivenlerden çıkarak beyaz sütunları geçip büyük salona girince tamamen hayran kaldım.
Salonun duvarları resimlerle doluydu… Çağlayarak dalgalanan denizler… Olağanüstü ağaçlar… Gözüne girecek gibi olan insanlar… Sanki canlı insanları çerçeve içine oturtmuşlardı… Güzel kadınlar… Masaldan duyduğum zırhlı kıyafetler giymiş bahadırlar… Söylemekle bitmeyecek gibi, öylesine güzel, öylesine ilginç, acayip…
Ömrümde ilk defa gördüğüm için yüreğim her zamankinden daha hızlı, daha bir heyecanla atıyordu… Benim bu heyecanım Sara’yı çok keyiflendirmiş olmalıydı. O, koluma girdi ve kitaba bakıp resimleri sırasıyla işaret ederek titizlikle anlatmaya başladı…
Salonda bizden başka birçok kişi vardı. Hepsi de çok düşünceli görünüyordu… Bir resme uzun uzun bakıyorlar, daha sonra birbirleriyle sessizce konuşuyorlardı. Sonra yine resimlere bakmaya başlıyorlardı…
Sara, neredeyse her gün beni buraya getiriyordu. Eve dönünce de orada gördüklerimizle ilgili birçok şey anlatıyordu.
Biz beyaz merdivenli, beyaz sütunlu güzel saraya gitmeye devam ettik. Orada özellikle iki tane resim hoşuma gitti ve beni şaşırttı. Bir tanesinde, bir ihtiyar koltuk altına birkaç odun almış nehrin üzerine kurulu daracık köprüden geçiyordu. Başı çıplak, ayağında çabata, üzerinde gömlek. Bu resmi her gördüğümde babam aklıma geliyordu. Uzun uzun baktıkça tablodaki ihtiyarı babama öyle benzetiyorum ki şuurumu kaybedip “Babacığım, sen misin?” diye bağırarak onu kucaklamamak için kendimi zor tutuyordum. İşte o zaman babamı çok özlüyordum. Onun beni affetmemesi, köyde yayılan dedikodudan dolayı beni görmeyi istememesi, beni kabul etmemesi, kendisi için hiçbir şey yapmama izin vermemesi, kalbimi acıtarak tek tek gözümün önünden geçiyordu.
Hazreti İsa’nın resmi, bu resimlerden fazla farklı değildi. Büyük bir deniz, onun sağ tarafında göğe yükselmiş kocaman dağlar. Sessiz sakin bir gece. Denizden dolunay yükseliyordu. Dünyada tek bir ses bile yoktu. İşte o vakit Hazreti İsa elinde asa ile dağın içinden çıkıyor ve büyük bir taşa oturup aya bakarak düşünceye dalıyordu. Ayakları yalın, üstünde topuklarına kadar uzanan bir cübbe… Başı açık, ipek gibi yumuşacık saçları omuzlarına dökülmüştü. Yüzü çok ciddiydi, gözleri derin bir düşünceyle uzaklara bakıyordu…
Onunla ilgili ne söyleyeceğimi bilemesem de saatlerce bakıp duruyordum.
Bir gün Sara’ya:
– Acaba, o ne düşünüyor, diye sormuştum.
Meleğim canlanıp kanatlarını çırptı. Sorularım ona çoğu zaman böyle tesir ediyordu.
Koluma girdi ve nur saçan gözleriyle önce İsa’ya, sonra bana bakarak:
– O, Allah’ın mutsuz kullarının rahatını, saadetini düşünüyor, dedi.
XIII
Aradan çok zaman geçti.
Sara ile birlikte yaşamaya başladık. O, artık Hazreti İsa’nın önünde eskisi gibi diz çökmüyor, onun fakirleri düşünmesini de eskisi gibi heyecanla anlatmıyordu. Onun hayatı artık ailenin günlük işleri, çocukların eğitimi ve benim işlerime yardım etmekten ibaretti.
Ben de çok değişmiştim. Fakat kalbimin ağrıdığı zamanlar istemeyerek de olsa o büyük saraya, dâhi hayallerden doğan hikmetli güzel âleme girip kayboluyordum. Çok sıkıntılı zamanlarımda oraya gidip ruhumu dinlendiriyordum.
Her gittiğimde köprüden geçen ihtiyarla ay ışığını saçan gecede deniz kenarında yalnız oturan Hazreti İsa, beni kendilerine çekiyor ve saatlerce düşündürüyorlardı. Resimdeki ihtiyar her seferinde gözüme bambaşka görünüyordu. Bazen babam oluyordu. Elleri, bütün ömrü boyunca zor işlerde çalıştığı için sertleşip nasırlaşmış, beli babamınki gibi bükülmüş. Alnındaki derin çizgiler de babamı andırıyordu. Bakışları da onunki gibi ağır, sakin ve ıstıraplıydı. Bazen de babama hiç benzemeyen bir Rus ihtiyara dönüşüyordu.
İsa’nın önüne geldiğimde ise hep Sara’nın söylediği sözler aklıma geliyordu:
– O, Allah’ın mutsuz kullarının rahatını, saadetini düşünüyor…
– O, fakirleri çok severmiş…
Söyle, İsa! Sen insanların mutsuzluğu ve onları rahata kavuşturmak üzerine çok düşündün. Şimdi söyle, nasıl bir düşünceye, nasıl bir sonuca vardın? Kan dökmek sona erecek mi? Milleti, dini farklı olduğu için insanların birbirlerine olan düşmanlığı bitecek mi? Söyle, bunlara ulaştırabilen yolların hangisini daha kısa buluyorsun?
Bir gün yine böyle düşüncelerle üzüldüğümde yüreğim ağrıdı, sanki kalbime bir şeyler saplandı.
Bilmiyorum ama içime bir şeyler doğdu.
Aceleyle eve gittim. Sara beni kapıda karşıladı. Yüzünde ölüm korkusu, gözlerinde derin bir hüzün vardı. Dudaklarının kenarı korkudan buruşmuş. O, sanki on yıl yaşlanmıştı… Aceleyle ellerini tuttum:
– Söyle ne oldu? Çocuklarımız iyi mi, diye sordum.
Sara, şimdiye kadar hiç alışık olmadığım ıstıraplı bir sesle:
– Çocuklar iyi ama baban vefat etmiş, dedi.
Bu duruma fazla şaşırmadım. Ne yapabiliriz ki hayatın düzeni böyle. İnsan doğar, büyür, hayatın akışıyla bir yerlere ulaşmak için çırpınır, mücadele eder, didinir ve bir gün ölür.
Bu, değişmez bir kanun, ölümden hiç kimse kurtulamaz, diyerek karımı avutmaya çalıştım.
Ancak bu durum, yalnızca haberi aldığım an için geçerli oldu. Babamın ölüm hikâyesini duyunca başımı taşlara, duvarlara vurmak istedim, aklımı kaybetmiş gibi oldum.
Çaresiz ihtiyar, zavallı babam!
Yetmiş yıl durmadan çalıştı! Yetmiş yıllık ağır hizmetinin sonunda СКАЧАТЬ