Modern Seyahatname. Osman Oktay
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Modern Seyahatname - Osman Oktay страница 7

Название: Modern Seyahatname

Автор: Osman Oktay

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6494-97-8

isbn:

СКАЧАТЬ ağıtlar yaktık adına,/Şu bahtsız Türklüğün şanı adına,

      İçten dileğimiz; er muradına,/Emir Timur yadigârı Semerkand.”

      ÇÖLDE YEŞEREN MEDENİYET GÜLLERİ: BUHARA VE HİVE

      30Mayıs 2014 günü Emir Timur yadigârı Semerkant’tan ayrılarak otobüsle Buhara’ya doğru yola çıkıyoruz ama Emir Timur’dan ayrılmıyoruz. Çünkü yolumuz O’nun doğduğu Şehr-i Sebz’den geçecek.

      Kırgızistan, Taşkent ve Semerkant’ta da olduğu gibi yol boyunca ve geçtiğimiz yerleşim yerlerinde nerede ise bütün dalları budanmış sıra sıra dut ağaçları görüyoruz. Çin’den başlayıp Anadolumuza, buradan da Avrupa’ya uzanan tarihi İpek Yolu güzergâhında ipekçiliğin ana unsurlarından biri olan dut ağaçları bu coğrafyada sanki bir sembol gibi. Zaten bizler de mevsimin ilk dut meyvesini bu seyahat sırasında yedik. Özbekistan’a baştanbaşa bir dutlar ve leylekler ülkesi dense yeridir. Biz Türkiye’de leyleği ya havada ya yuvasında ya da tarlalar içinde ve uzaktan görebiliriz ama Özbekistan’da öyle değil. Evcil hayvanlar gibi insanların arasında dolaşıp duruyorlar.

      Semerkand’dan ayrıldıktan sonra bir süre düzenli bağlar, bahçeler arasından geçiyoruz, ardından stepler başlıyor ve Şehr-i Sebz yol ayrımına kadar devam ediyor. Yeniden ekili tarlalar, bahçeler ve su kanalları görüyoruz. Su gerçekten başlıca hayat unsuru. Yeter ki suyu görsün; çöl bile canlanıveriyor!

      Rehberimiz bizi, Çerağcı Kasabası’nda otantik halı, kilim ve el işlerinin de üretilip satıldığı bir köy evine götürdü. Orada, Şerif Baba, oğlu Muhammed, gelini ve torunları ile tanıştık, tandırdan hemen o anda çıkardıkları sıcak köy ekmeği ve çay ikram ettiler. Bizler de el emeği göz nuru ürünlerinden satın alıp yolumuza devam ettik.

      Emir Timur’un doğduğu yer olan Şehr-i Sebz’de (Yeşil Şehir) bizi yine O’nun heykeli karşıladı. Timur, 1370 yılında Moğolları kovarak Semerkand’ı başkent yapmışsa da doğduğu yeri ihmal etmedi. Burada yaptırdığı saray oldukça yıpranmış olmasına rağmen ilgi ve turist çekiyor. Saray ziyaretinden sonra Şehr-i Sebz’de, ev yemekleri yapan otantik bir mekânda Kazan Kebabı ve Maşkorda Çorbası içtik. Yemekten sonra hemen yakınlardaki Hazreti İmam Mescidi’ne gittik. Darü’l Tilavet ve Darü’s Saadet bölümlerinin de bulunduğu Hz. İmam Mescidi külliyesinde Timur’un babası, hocası ve birinci oğlu Cihangir’in mezarları bulunuyor.

      Şehr-i Sebz’den ayrıldıktan sonra Buhara’ya doğru şiddetli bir yağmur altında ilerliyoruz. Otobüsümüzün silecekleri nerede ise yeterli olmuyor ve camlar buğulandığı için bir süre etrafı göremiyoruz.

      On – on beş dakika sonra yağmur kesiliyor ve “Karşı” diye adlandırılan bölgede, Isparta gül tarlalarını andıran bir gül bahçesinden sonra gelen akaryakıt istasyonunda kısa bir ihtiyaç molası veriyoruz. Maalesef yine içinde musluğu olmayan tuvaletlerde ihtiyaçlar giderildi. Buna rağmen görevli genç, kişi başı 500 som almayı ihmal etmiyor. İstasyonda çay – kahve imkânı da olmadığı için açık alanda, otobüsün termosundan faydalanıp çaylarımızı içtikten sonra yolculuğumuza Sarı Kum Çölü’nün ortasında devam ettik. Çölde haliyle bağ – bahçe yoktu ama zengin doğalgaz yatakları vardı. Doğalgaz Çevrim Santralleri’ni ve alçı ocaklarını gördük. Allah insanları nimetsiz bırakmıyor. Tabiatın suyu ve yeşili yoksa gazı ve petrolü oluyor. Onun içindir ki Yaradanımıza ne kadar şükretsek yine de az. Yalnız Özbekistan seyahati sırasında bizi biraz hayrete ve hatta şaşkınlığa düşüren bir konudan bahsetmeden geçemeyeceğim: Anlaşılan o ki zengin kaynaklara sahip olunduğu için koca ülkede doğalgaz girmeyen ev yok. Nerede ise dağda, çölde, ovada, tarlada ve aklınıza gelen her yerde bir ev varsa oraya doğalgaz verilmiş. Bizi şaşırtan ise tesisatlar… Bizde cadde ve sokaklardan geçen ana borular yeraltına alınıyor, bağlantı boruları ana kapı girişine kadar yine yeraltından getirilip binalara duvar üstünden giriş veriliyor. Oralarda ise sanki yeraltından geçen hiç doğalgaz borusu yok. Borular, ekilip biçilen tarla kenarlarından, yollardan, sokaklardan hep açıkta ve korunaksız olarak geçiriliyor, evden eve havadan aktarılıyor, yola rastlayan yerlerde borulara ters “U” şeklinde bir kıvrım verilip taşıt ve insan trafiğinin alttan işlemesi sağlanıyor. Hal böyle olunca çirkin bir manzara oluşuyor ve dolayısıyla tehlike arz ediyor.

      Çölde kum fırtınasını önlemek için yer yer sagsagut ya da sazak olarak adlandırılan bitkilerin dikildiğini ve oralarda bir hayat belirtisi olarak keçilerin de otladığını gördük. Bu manzara bana Arafat’ı hatırlattı. Bir zamanlar ve tabii Peygamber Efendimiz zamanında tamamen yakıcı bir çöl durumunda olan Arafat’a da ortama uygun bitkilerin yetiştirilmesiyle yemyeşil, ağaçlık bir görünüm kazandırıldı.

      Meslek olarak Ziraat Mühendisi olan Kadir Tosun arkadaşımız, çölün bitki fakirliğini giderecek bir Kaktüs Projesi’ni Türkmenistan’a sunduğunu, bu gerçekleştirilebilirse Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan gibi çölleri olan ülkelerin çehrelerinin değişeceğini ve yeni bir zenginlik kaynağına sahip olacaklarını ifade etti.

      Nihayet Buhara’ya yaklaşınca çöl ortamı bitti ve yeniden alabildiğine geniş pamuk tarlalarını, yeşil alanları görmeye başladık. Az sonra önümüze bir ırmak çıkmasın mı? Biz “Ceyhun mu yoksa” diye sorarken rehberimiz, “Hayır, Amuderya yani Ceyhun’dan getirilen su kanalı” dedi. Koca bir ırmak gibi su kanalı! İşte çölün önemli bir bölümü bu kanallarla sulanıyor ve canlandırılıyor.

      Buhara’da Özbek Pilavı

      Buhara’ya girerken saat 20.00’ye geliyordu. Akşam yemeği de öğleyin Şehr-i Sebz’de olduğu gibi yine otantik bir ortamda organize edilmişti ve Özbekistan’a gidip de Özbek Pilavı yememek olmazdı. Ulubek kardeşin evinde, aile fertleri Zuhra, Aziz Bek ve afacan Cevahir’in kusursuz hizmetleriyle bizim için özel olarak hazırlanan pilavı afiyetle yedik. Yemek sırasında Özbek Sanatçı Saadet Hanım bize Özbekistan, Azerbaycan ve Türkiye Türkçeleri ile şarkılar söyledi.

      Yol yorgunluğumuz geçmişti ve adeta her karış toprağından tarih fışkıran Buhara’yı yarın sabahtan itibaren doya doya gezebilmek için uykuya da ihtiyacımız vardı. Otelimize gidip yerleştik.

      Buhara… Tarih ve Maneviyat Fışkıran Şehir

      31 Mayıs günü, kaldığımız Buhara Otel’in tam da şehrin merkezinde ve tarihin kucağında olduğunu sabah kahvaltısı vaktinden bir saat kadar önce dışarı çıkınca anladım. Kendimi bir anda 1100’le 1700. yıllar arasında buluvermiştim. Otelimizin karşısı, sağı, solu her yanı tarihi eserlerle dolu idi. Her eserin önünde künyesi, devlet tarafından koruma altında olduğuna dair tabelaları vardı. Daha sonra “Leb-i Havuz” olarak adlandırılmış olduğunu öğrendiğim bu yerdeki tarihi eserlerin yalnızca dış mekânlarının fotoğraflarını -otelimizden en fazla 250 – 300 metre ayrılmış olmama rağmen- ancak bir saatte çekebildim. Hepsini anlatmak zor ama 1600 – 1700’lü yıllara kadar orada yapılan mescidler, bir bölümü artık müze olarak kullanılmakta olan kervansaraylar, medreseler, konaklar, çarşılar ve onlarla yaşıt dut ağaçları olduğunu belirtmekle yetineyim.

      Kahvaltıdan sonra rehberimizle birlikte önce tarihte ilk tuğla kullanılan yapı olduğu söylenen İsmail Samani Türbesi’ne gittik. “İyi düşün, iyi konuş, iyi davran” sözünü bir düstur haline getiren İsmail Samani’ye ait türbenin işçiliği gerçekten СКАЧАТЬ