“Hadi başlayalım, kâğıdı kirletmeyelim, kurşun kalemi kırmayalım kazara…”
Masa yerine kırmızılaşmış, düzgünleşmiş ekmek tahtası konuldu, Nuri’nin eline herkes bakakaldı. O, “Hemiçiski” kalemini ıslattıktan sonra kâğıdın başına “ Erz” (dava dilekçesi) başlığını yazdı. Bunu görünce herkes aynı sesle:
“Ayy, harika!” dediler.
Abduömer Bey’in evinin kapısı büyüktü. Odalarında tavan penceresi vardı. Avlusu üzüm telleriyle bürünmüş, kucak yetmez büyük direğe nefis ama yağlı lambalık kenetlenmişti. Sol tarafta at ağılı ve depo, sağ tarafta ise bahçe kapısı gözüküyordu. Karşı tarafa bakarsanız eve giren kapıyı görebilirdiniz. Çift kanatlı dış kapıdan içeri girdiğinizde, sağ tarafta kerpiçten yapılan büyük taraça, çam ağacından çatı omurgası, çatı direkleri, kare şeklindeki çatı penceresi, bahçeye bakan kare şeklindeki parmaklı iki pencere, misafir odasının taraçası üzerine serilen sade siyah kilimler, kilimler üzerinde minderler, dizilmiş yastıklar, üç basamaklı misafir odası kapısı, sol tarafta mutfak kapısı gözüküyordu. Misafir odasının tavan penceresi, süslü duvar ve tavanı, duvar oyuğu, evin içine serilen nar modeli, İran modeli görkemli Hoten halıları, ipek halılar bu köydeki başka evlerde bulunmuyordu. Nuri, misafir odasının içine girinceye kadar her şeye dikkatle baktı. Kâtip, onun yazdığı mektubu, beye okuyunca, bey hayret ederek:
“Kim yazmış bu mektubu?” diye sordu.
“Ziyavdun isimli bir fakirin oğlu olan Nuri yazmış.”
“O çocuğu bana getirin!” diye buyurdu bey, düşünceli bir şekilde çenesini sıvazlayarak:
“Şaşılacak bir şey değil mi bu? Lafına bak bu herifin! Hırsızların çoğalması yurdun iyi yönetilmemesinden kaynaklanır demiş!”
O, düşüncelere daldı. Hırsızlar gerçekten haddini aştı. Hırsız Gani, Abduömer Bey’in kafes gibi korunmuş avlusuna girerek kaplan gibi dört köpeğini zehirli etle uyuşturup şehirden yeni gelen Rusların torna arabasını çalarak tarla yoluyla kaçıp Kaş Nehri’nden geçirip Samiyüz’deki otlağına götürmüştü. Bey, onun izini takip ederek otlağına girdiğinde Hırsız Gani henüz terini siliyordu.
“Bak! İzimden geldiğine bak bu kel kartalın.” dedi beyi görüp:
“Bu iki çerisinin kılıcına ne diyeyim, erkek isen sen de arabayı çekerek götür evine, benim gibi!”
Bey “Kel kartal” lakabını duyunca çok sinirlendi ama hiçbir şey olmamış gibi oturan, dev gibi gövdeli, açık sarı, korku verici yüzünü çiçek izi sarmış bu adama ne yapabilirdi? Hırsız Gani’nin çıplak vücuduna çekinerek baktı. Hırsızın göğüs kasları nehirdeki balık gibi sıçrıyordu. Kazıtılmış başını sıvazlayan parmakları beşli çatal gibi kaba, bilekleri alaca öküzün budu gibi iri ve sağlamdı.
“Abdu Gani kardeşim, seni merak ederek geldim buraya. Sayarsam yirmi iki küçük ve altı büyük dere, üç ırmak, bir nehirden geçirmişsin arabayı. Herhangi bir at, öküz bile senin yaptığını yapamaz, on öküzün gücü varmış sende kardeşim!”
“Bu yüzden iki çeriyi beraber getirdim desene! Hey Car-kın, misafirlerin atını al!”
“Nuri’yi getirdim.” Kısa boylu, mavi gözlü, sarı bıyıklı, tıknaz bir adam beye yaltaklanarak seslendi:
“Kısrak ata bindirerek getirdim bu hocayı.”
“Gel!” Bey, eşiği önüne gelen on beş yaşlarındaki yakışıklı çocuğa bakarak zorla gülümsedi.
“Ziyek’in oğlu musun?”
“Evet, Ziyavdun’un oğluyum.” diye cevap verdi, mavi gömlek, mavi pantolon, başına şapka, ayağına deriden terlik giyen şehirli çocuk, beyin karşısında dimdik durarak.
“Nerede okuyorsun?”
“Şehirde.”
“Onu biliyorum, şehrin hangi yerinde?”
“Döngmahalle’deki Ruşen okulunu bitirdim. Şimdi Eksinir’in önündeki kolejde okuyacağım.”
“Anladım, Damolla Callap’ın evinin önünde, Novgort’a giden yolun sağ tarafında bulunan, tavanı tenekeden yapılmış okul mu?”
Nuri, beye şaşkınlıkla baktı. Siyah sakallı, bıyıkları kalın, göğüs tüyleri açıkça gözüken, çukurlaşmış ve biraz kırmızılaşmış iri gözleri geniş koyu kaşları altında parıldayan, burnu epey büyük bu adamın böbürlenip düzensiz cümle, yanlış kelime kullanarak konuşması, onun cahil, okuma yazmayı bilmeyen birisi olduğunu gösteriyordu. Bu adam nasıl olur da on iki yüz beylik büyük bir alandaki yirmi binden aşkın çiftçiyi yönetebilirdi ki? Nuri sürekli kitap, dergi okuyordu. Sovyetler Birliği, şimdiki Şeng Duben ve onun idaresi hakkında birçok şey öğrenmişti. Şehirde öğrenci arkadaşları ile Sovyet birliğinde eğitim görmüş öğretmenlerinin sözlerini duymuştu. Hakimbey Hoca’nın, Paşa Hoca isimli oğlunun, Tayyipzat Halife isimli büyük zatın tarih, toplum, siyaset, coğrafyayla ilgili konuşmalarına kulak vermişti. Haydarof isimli dil öğretmeni de onlara dilin fonksiyonu, kuralı, anlamı hakkında, doğru söylemek, doğru yazmak, güzel konuşmak, güzel yazmak hakkında çok bilgi vermişti. Ona göre, yanlış söylemek medeniyetsizlik, medeniyetsizlik ise barbarlıktı.
“Neye gülüyorsun?” dedi bey, kendinden emin olamayarak.
“Yanlış bir şey mi söyledim şehirli?”
“Hayır, doğru söylediniz beyim, kolej orada.”
“Sizi bizimkiler mi okutuyor, yoksa Ruslar mı?”
“Uygur, Tatar, Özbek, Kazak, Rus, Çinli öğretmenler var.”
“Peki, sen o kadar çok dil biliyor musun?”
“Onlar bizim dilimizle konuşabiliyor.”
“Anladım! Hırsızların çoğalması yurdun iyi yönetilmemesinden kaynaklanır diye yazmışsın, bunu sana kim öğretti?”
“Ben onu kitaplardan öğrenmiştim.”
“Kim yazmış o kitapları?”
“Sovyetler Birliği’nin kitaplarıdır.”
“Sen Rusça biliyor musun?”
“Hayır, onlar Tatarca, Özbekçe kitaplar.”
“Ne? Niye böyle garip konuşuyorsun çocuk? Tatar dediğin Nogay, Özbek dediğin Andicanlı mı?”
“Evet.”
“Onların yazısı bizimkiyle aynı mı?”
“Hayır, Latince.”
“Ne? СКАЧАТЬ