Nobodin köyünün kendine mahsus bir maden kuyusu vardı. Fakat kömürleri iyi değildi. Biz, 23 Mayıs’ta hareket ettik. Hareket ederken köylüler, sepetlerle koşarak deve gübrelerini, develerin düşen kıllarını toplamaya koyuldular.
Kervan, tekrar bütün ihtişamıyla teşekkül etmiş ve ilerlemeye başlamıştı. Yeni doğan güneşle bir tarafları aydınlanan muazzam develer, gölgelerine karşı birer büyük heykel gibi duruyorlardı.
Uzun alay, kuzeybatıya doğru ilerlemekteydi. Biz tepeleri tırmanarak dar, dolambaçlı bir geçide çıkıyoruz. En önde giden askerlere göre burası, ani bir taarruza uğramak için çok müsaitti. Onun için silahlı adamlarımızdan birkaçının ileriden gitmesi daha uygun olurdu. Kabul ettik ve yürüdük.
Gökyüzü muhteşem bir mavilik içinde fakat hava soğukça idi. Vadinin bir kıvrımında bir kuyu ve bir yalak gördük. Kuzey tarafında yıkık bir duvar görünüyor ve onun, vaktiyle yapılan bir istihkâmın enkazı olduğu anlaşılıyor. Buradan geçen dindar seyyahlar, buraya kadar emniyet ve selamet içinde gelmelerinin bir nişanesi olarak dağların ruhlarını sevgiyle yâd eden bir taş bırakıyorlar.
Burasını geçtikten sonra ikinci bir geçide girdik. Buradan çıkınca vadi genişliyor ve sol dağın eteğinde Yagar Cigo köyü yahut Yagarin Gölü uzanıyor. Biz de Hung Vorzu Gung köyüne yakın bir yerde konakladık. Konaklamaya ve hareket etmeye o kadar alıştık ki bunları vakit kaybetmeden yapıyoruz. Çünkü herkes ne yapacağını biliyor.
Her sabah, Larson hepimizi saat dörtten sonra uyandırıyor. Hepimiz hemen kalkarak kahvaltıya hazırlanıyoruz. Derken çadırlar sökülüyor, toplanıyor, denkler hazırlanıyor, develere yükleniyor. Bu müddet zarfında, bir tarafa yaslanıp biraz daha istirahate imkân var.
Fakat ben bu imkândan istifadeye lüzum görmedim. Hâlbuki Stockholm’de bulunduğum zaman ancak sabahleyin dörtte yatardım. Burada ise dörtte uyanıyorum, ne olacak… Bunların hepsi alışkanlık işi… Zaten akşamları da dokuzda uyuyorum.
Altımızdaki yer yavaş yavaş dalgalanıyor. Fakat bu düz toprak dalgaların arasında, saban izleri de görünmüyor değil. Şurada burada gözümüze bir köy ve bunların birine yakın bir mabetle, yarım metre yüksekliğinde bir Buda heykeli ilişti. Daha sonra yuvarlak kuleli ve duvarlı bir köy var. Moğollar ona “Haço” diyorlar. İlerledik ve ancak “Bayin Bülük” yani bereketli pınar namındaki küçük köy yanında konakladık. Konakladığımız yer, güzel bir meraydı.
Burada, deniz seviyesinden 1585 metre yüksekteyiz. Çinliler altı batından beri buraya girmekte ve Moğollar kuzeye doğru çekilmektedirler.
25 Mayıs’ta Çinliler tarafından istila olunan medeni sahanın kuzey tarafından sonuna vardık. Bu sahanın öte tarafında, Moğolistan’ın hudutsuz arazisi uzanıyor. Larson ile maiyetindeki Moğollar bu tarafa geçmeye istekli. Biz de Çin sabanlarının izlerini geride bırakmak için derin bir arzu duyuyoruz. Çünkü bu sayede ayak girmemiş çöllere ulaşacağız ve göçebelerle ceylanların yurduna kavuşacağız.
Nihayet Larson şapkasını başından fırlatarak bağırdı:
“Benim yurdum burası!”
Hakikatte Larson için vatan, burası idi. Abog Ayin-Gol namında bir su yolu yanında indik. Arkadaşların bir kısmı istirahate daldılar. Bazıları bir geyik sürüsü görerek avlanmaya çıktılar.
Akşam yemeğine oturduğumuz zaman, develerimiz otlaklardan birer hayalet gibi döndüler. Yemekten sonra Bergman sazını alarak eskiden, Cengiz Han ile ordularının dolaşma yeri olan steplere, eski İsveç destanlarını okudu. Hummel ile Kaul, bu gece nöbet bekleyeceklerdi. İkisi de tabancalar ve bilhassa kuvvetli elektrik lambalarıyla donanmışlardı. Çinli muhafız askerlerimiz, silahlardan fazla bunlara ehemmiyet veriyor ve bunların sihir kuvvetiyle yandıklarını zannediyorlardı.
Ertesi sabah muhafızlarımızın ücretlerini verdik ve kendilerine veda ettik. Hepsi de:
“Hsieb, hsieb i luping an!” diyorlardı.
Yani: “Teşekkür, teşekkür! Yolculuğumuz rahat ve selamet geçti.”
Larson, maiyetindeki Matte Lama’yı, Naron’un kervanını gözetlemek için göndermiş fakat Matte henüz dönmemişti.
Sabahleyin yedide hareket ettik. Yer yumuşak ve hararetliydi.
Önümüzden iki kurt geçti. Larson hemen ateş etti. Kurtların biri düşmüştü. Adamlarımızın birkaçı koşarak onu yakalamak istediler. Kurt kendini toparlayarak kalktı ve sırıtarak homurdandı. İkinci bir kurşun onu yere sermişti.
Kurt ile aramızda 520 metre kadar mesafe vardı. Larson’a o günden beri “Kurt Larson” demek âdet oldu.
Kurt, Moğolistan’ın en bilinen hayvanlarından ve geyiklerin en müthiş düşmanlarındandır. Bu kurtların, insana zarar verdiği nadiren görülmüştür.
27 Mayıs günü her zamanki gibi çadırlar sökülmüş, develerin yüklenmesine başlanmıştı. Meğer kervanbaşının atı geceleyin kaçmış. Bütün Çinli develer, atı aramaya çıkmışlardı.
Dün, üç yüz kısraktan müteşekkil bir sürü görmüştük. Bunlar, meralarda beslendikten sonra Kalgan’da satılacaktı. Atın, bu muhteşem hareme kaçtığı zannediliyordu. Onu orada aramışlar ve bulamamışlardı. Heyder ile Hummel, vakit geçirmek için ava çıktılar. Larson bir dişi kurt, Heyder bir geyik vurmuştu. Geyik vurmadığımız gün geçmiyor ve bu sayede her gün taze et yiyorduk.
Günümüzü kaybetmiştik. Onun için Larson tekrar ava çıkmış ve bize yabani bir hindi vurarak mutfağa teslim etmişti. Çadırlar şehri yeniden kurulmuştu.
28 Mayıs günü karargâhımızın biraz ötesinde olan berrak sulu Huchertu-Gol Irmağı’na yakın bir yere nakle karar verdik. Burada hem sular temiz hem de küçük balıklar, kurbağalar ve sazlarla dolu idi. Mera bereketli ve sular temiz olduğu için burada uzun müddet kalabilirdik. Fakat burada uzun müddet işimiz ne? Bu sekiz numaralı konakta kalmamız için ne lüzum vardı?
Bunun sebebi, deve satın almak zarureti idi. Bizi bu ana kadar taşıyan develer kiralık idi. Bunun için Pekin’de cereyan eden müzakerelerin neticesini beklemek icap ediyordu. Yoksa 270 deve aldıktan sonra, onları zararına satmak zarureti ile karşılaşırdım. Larson, neticeyi anlamak için dört tarafa adamlar göndermişti. Onun için burada beklemek mecburiyetindeydik.
Norin’in kafilesi de yine burada bize katıldı. Heyetimizin diğer kısımları da bize katılmakta gecikmediler. Sayımız, on sekiz Avrupalı ile on Çinliye varmıştı ve çadırlar şehri büyümüştü. Yemekten sonra toplandık. Haslund, bize birçok şey gösterdi. Bunların arasında bir mabet bayrağı, iki kafatasından yapma bir davul da vardı.
Heyetimiz tastamamdı ve hepimiz neşeliydik.
MİLLETLER ŞEHRİ
29 Mayıs, Huchertu-Gol’da geçirdiğimiz ilk gündü. Bizim burada iki ay kalacağımız besbelliydi. Çünkü iki yüz deve satın almak kolay bir iş değildi.
Burada uzun bir müddet kalacağımız için, çadırlarımızı СКАЧАТЬ