Название: 1001 Kelime 1001 Hüzün
Автор: Yasin Topaloğlu
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-61-7
isbn:
Yani, bu öğütler verilirken sessizce rükûya varmış, sessizce halaskârlarını selamlamış ve yine sessizce çekmeceyi koltuğuna sıkıştırıp sofadan savuşmuştu. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 154)
Bu hâlet, onun idrakine çok aykırı gelen bir şeydi. Fatih’in, Yavuz’un, Kanuni Süleyman’ın torunu ve onlar gibi şehinşah olmaya namzet bir şehzadeden dudağını, yanağını hatta hayatını esirgeyecek bir kadın yeryüzünde -onun zu’muna göre- mevcut olamazdı. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 85)
Musiki beni bestekârın o besteyi yaptığı andaki hâletiruhiyesine alır götürür. Ruhumu onun ruhu ile mezceder ve mütevali duygularında onu takip ederim. Bu niçin böyledir? Onu bilmem. (Lev Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, s. 95-96)
Sokrat’ın baldıran içtiği esnada olduğu gibi halim ve sakin olan kahraman Taraskonlu herkesenüvazişkâr bir söz söylüyor, herkese tebessüm ediyordu. Alelade söz söylüyor, herkese karşı nazik davranıyor, sanki seyahate çıkmadan evvel arkasında bir sevgi izi, bir teessüf ve iyi bir hatıra bırakmak istiyordu. (Alphonse Daudet, “TaraskonluTartaren”, s. 44)
Bu hissiyat rengârenk ve gayrimütecanis bir halita teşkil ediyordu. Henüz kin hâline gelmemiş şedit bir hususiyet, itibar ve ondan ziyade hürmet ve gayet büyük ve endişeli bir merak… (Edgar Allan Poe, “İşitilmedik Hikâyeler”, s. 181)
Misafirler, saray sofrasında kendi şehirlerinin ekmeğini, çöreğini, şerbetini, paluzesini bulmaktan çok mütehassis olmuşlar ve bunu Safo’nun zarafetine hamletiklerinden kadını candan sevmeye başlamışlardı. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 143)
Abdurrahman, sönmez bir ışık hâlinde yakıcı bir kucaklama tesiri yapan bu haris bakıştan ihtiyarsız irkildi, hafifçe kaşlarını çattı ve için için söylendi. (M. Turhan Tan, “Krallar Avlayan Türk”, s. 44)
Fakat Çin’in ve Koran’ın zaptı şu Harzem seferi kadar Cengiz’i kuvvetlendirmemişti. Son zaferle o, şark Türklerine nazaran harsça, servetçe daha ileride bulunan garp Türklerini de elde etmiş oluyordu. (M. Turhan Tan, “Cengiz Han”, s. 256)
Hemen her konak yerinde bu hasbihâller tazeleniyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 89)
Bununla beraber onların yaman bir kuvvet olduğunu anlıyordu. Paladan daha keskin görünen sarıktaki, zırhtan daha sağlam tanılan cübbedeki bu hasiyyetin sırrını keşfedemediği hâlde var ve yaşar bir hakikat olduğuna kanaati vardı. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 424)
Hesap, mantık, akıl, muhakeme ve her şeyi Turgut Reis’in orada ya yanıp kül olmasını yahut Anderya Dorya’ya boyun eğmesini zaruri gösteriyordu. Harbe girişmek düpedüz delilikti ve bu delilikten hayırlı bir netice çıkmasına asla imkân yoktu. Fakat gücünün şiarı muhali mümkün kılmaktı ve o gücün harekete geçtiği yerlerde alevin yakmak, suyun boğmak, kasırganın yıkmak hassalarını kaybettiği çok görülmüştü. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 29)
Bir salnameden bir sürü ism-i haslarseçer, onları bir kâğıda dizer, altlarına bazı haşiyeler ilave ederdi. (Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 51)
Şimdi de aynı şey yapılıyordu ve sarayın haşmeti, iki odalı bir evin eşeğinde tecessüm ettiriliyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 49)
Gamlı sipahi, kayığı yürüterek açığa çıktı, Anadolu yakasına doğru kürek çekmeye koyuldu. Sarayburnu’ndan uzak kalmak istiyor ve oraya bakmaktan acı bir haşyet duyuyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 74)
Şehzade, hiçbir kadından duymadığı o sualle, bu hatimeden yüreğine sızan renk renk haz içinde gaşyolup gitmek üzereydi. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 95)
En müthiş ceza katillere veriliyordu, bir çukur kazılıyor, katil oraya indiriliyor, öldürülen adamın cesedini havi tabut katilin üzerine konuluyor ve ikisi birden toprak altına gömülüyordu. (Nikolay Vasilyeviç Gogol, “Taras Bulba”, s. 40)
Ufkunu genişletmek ve çarşı muhitini biraz unutmak için beyhude yere kendini baobaplar ve diğer Afrika nebatlarıyla ihata ediyor, silah üstüne silah yığıyor; Malezya hançeri üstüne Malezya hançeri ilave ediyordu. Beyhude yere hayalperestane kitaplarla beynini dolduruyor ve layemut Donkişot gibi hayalatın şiddetinden ve hakikatin pençesinden kendini kurtarmaya çalışıyordu. (Alphonse Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, s. 18)
Kapıya gelenlerin lafı uzatmaları ve kendine mukadder ve mübeşşer olan hayat değişikliği saatinin gecikmesi ihtimali de üzüntüsünü çoğaltıyordu. (M. Turhan Tan, “Viyana Dönüşü”, s. 50-51)
Hünkâr, kaideye uygun olan bu dileği kabul etmekten -biraz da anasının ısrarıyla- geri kalmadı. Ahmet, ikinci vezir olmak haysiyetiyle o makama zaten namzetti. (M. Turhan Tan, “Safiye Sultan”, s. 220)
Kösem, şu dereden, bu dereden su getirerek oğlunu biraz yatıştırdı, hamalzadenin Büyükada’ya sürgün edilmesine emir vermek suretiyle hayatını kurtardı, yerine İsa adlı birini hekimbaşı yaptırarak oğlunu onun hazakatine teslim etti. (M. Turhan Tan, “Cinci Hoca”, s. 65-66)
Artık yalnız bulunmamak sabırsızlığı. Ta ki eğer ez çok tanınmış bir ismim varsa, onunla hodbinliğimi tetviç etmek gibi hazin bir neticeye varmış olmayayım.(Eugene Fromentin, “Dominique”, s. 135)
“Aşktan anlayanların hayatı nasıl telakki ettiklerini söyledim, şimdi o olgun insanların aşkı da nasıl anladıklarını söyleyeceğim, kulağınızı iyi açın: ‘Aşk, eşi olmayan bir cevherdir: Anın vasfı emsal ile denilmez; aşk, yakası açılmamış bir sırdır: Anın tasviri misal ile bilinmez: Aşıkların dili altında sözler vardır ki dudak ona mahrem olmaz. Aşk ehlinin, göğüsleri içre nefesler vardır ki dem ana hemdem olmaz. Aşk, bir zahirdir ki örtülmez. Aşk, bir sırdır ki açılmaz. СКАЧАТЬ