Hüseyin Fellah. Ахмет Мидхат
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hüseyin Fellah - Ахмет Мидхат страница

Название: Hüseyin Fellah

Автор: Ахмет Мидхат

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6485-06-8

isbn:

СКАЧАТЬ

      Galata tarafındaki Çubukçular Çarşısı’nı bilir misiniz? Hani ya tütün içmek beş yaşındaki çocuklara varıncaya kadar yaygınlaşmış olan ve bu asırda sanatlarında biraz daha ilerlemeleri gerektiği hâlde, “Biz babamızdan böyle gördük.” diyerek batıl bir davaya batmış olan Çubukçular esnafının çarşısını?.. Yine kendileriyle aynı durumda olan Lüleciler esnafı da bunların arkasındadır.

      Bu çarşıdan Beyoğlu tarafına doğru yürüyen adam, hendek başına, yani Bitpazarı denilen yere geldiği zaman önünde yol ikileşiyor. Bunun birisi Kumbaracı Yokuşu olup Beyoğlu’na, dört yol ağzına çıkar. Diğeri ise Hendek Caddesi’dir ki Kulekapısı’na varır.

      Kumbaracı Yokuşu, hâlen eski hâliyle kalmış ve birbirinin sırtına binen eski ahşap evler, kalplere kasvet vermektedir. Fakat Hendek Caddesi! Ona söz yoktur! O geniş yol, o bir sırada kâgir binalar!..

      Bir kere de şu güzel Hendek Caddesi’nin eski hâlini göz önüne getirmeli. Ama eski hâli dediğimiz zaman Parislere, Londralara rekabet etmeye çalışan Beyoğlu’nun, kupkuru bir dağ olduğu zamana kadar zihinlerimiz varmalıdır.

      Acayip! Muharrir efendi! Beyoğlu!.. O süslü Beyoğlu kupkuru bir dağ mıydı?

      Ne şaşırıyorsunuz? Bir zaman yok muydu ki bütün İstanbul bir latif ormandan ibaretti?

      Kalubelaya kadar gideceksen öyleydi!

      Hayır efendim! Zaten İstanbul’un bir orman olduğunu görmek için kalubelaya kadar gitmek lazım değildir ki Kumbaracı Yokuşu’nun bir latif dağ olduğunu görmek için o zamana kadar gidelim. Babalarımız İstanbul’u fethetmeye geldikleri vakit şimdiki Beyoğlu dağının ta tepesine boylu boyunca ordu kurdular. Kantarlarca gülle atan muhasara topları Kulekapısı ve Kasımpaşa taraflarına yerleştirilmiş olduklarından oradan İstanbul üzerine ateş ve mermi kusmuşlardı. O zaman Ortaköy ayrıca bir köyceğizdi. Galata’dan oraya gitmek için Salıpazarı ve Kandilli semtlerinde bulunan gayet latif bir ormandan geçmek lazım gelirdi. Hele şimdi Hendek Caddesi’ni sorarsanız, caddenin sol tarafı hizasında bulunan Galata Kulesi burçlarından atılan oklar veyahut toplar, tüfekler Beyoğlu’na doğru Kumbaracı Yokuşu’nu çalkarlar giderdi, çok denilemeyecek kadar bir zaman önce.

      Sormak ayıp olmasın ama muharrir efendi, İstanbul tarihini mi yazıyorsunuz?

      Yok! Hikâye söyleyeceğiz.

      O hâlde Cenevizliler zamanına kadar geriye gitmekte maksat ne?

      Hayır! Cenevizliler zamanına kadar geriye gitmeyeceğiz. O zamandan bu zamana doğru zihnimizi derleyip toplayıp getireceğiz.

      Efendim! Demek istiyoruz ki bundan yüz sene önce bir adam hendek başına gelince Galata Kulesi’nin müthiş burçlarını görürdü. Gerçi zamanımıza gelinceye kadar da bunlar görülürdü. Lakin zamanımızda hendek içlerinde ip ve halat büken sanatkârlar, insan kanıyla yoğrulan çamurun sonradan katılaşmasından ibaret olan zemini oldukça düzeltmiş ve burçların bazıları da bazı kimseler tarafından ev edinilmiş; hasılı burası eski dehşetini bayağı yitirmişti.

      Yüz sene evvel geçilmiş olsaydı, kale bedeni üzerinde kan lekeleri, kuruyup ağaç kökü damarları gibi değnek kesilmiş insan bağırsakları ve hele birçok kol, bacak ve kafa kemikleri görülürdü. Zaten sonraki tesviye sırasında birçok kemik çıkmıştır da…

      Şimdi bizim Hendek Caddesi dediğimiz yer yok mu? İşte o cadde, tamam Galata Kulesi’nin şu sahrasıydı. Bu caddeden önce, burada bulunan incecik bir yol, yine şu sahranın üzeriden giderdi. O zamanki medeniyetin ileri eserlerinden olan kule bedeni biraz yükseltilmiş olduğundan yoldan geçenler hendek içini göremezlerdi. Yüz sene önce ise bu duvarlar olmadığından o müthiş hendek herkesin gözüne çarpardı.

      Haydi, Lüleciler Çarşısı’ndan şu hendek içine bir girelim de seyredelim:

      Vaktiyle kökleri insan kanıyla sulanmış ve o zamana kadar âdeta ağaçlaşmış olan dikenler, çalılar geçişi hayliden hayli güçleştirirler. Buna ilaveten hendek içinde birtakım yarıklar ve çukurlar da vardı ki her biri yeni açılmış mezarları andırır. Vaktiyle kale bedeni içine atılan düşmanların, saplanıp kalması için çakılmış olan ucu sivri şarampol kazığı gibi kazıkların kalanları da hâlen mevcut olan kalenin bedenine bakınız! Şu fırın kapısı gibi görünen kemerler yok mu? Bunlar ileriye doğru giden sıçan yollarının ağızlarıdır. İşte bunlara mukabil kale bedenlerinde de yürüyüş kapıları var. Her ne kadar şimdi yarı yarıya toprağa gömülmüşlerse de bunlar vaktiyle çok açılıp kapanmış kapılardır.

      Biraz daha ileriye gidelim mi?

      Lakin biraz daha ötede tehlike olduğunu bilmelisiniz. Zira ipten kaçmış, kazıktan kurtulmuş kimselerin gizlendikleri yer, işte bu hendeğin daha ötesidir. Hele daha ötede, dörtgen şeklindeki burcu görüyor musunuz? Hani ya hendek tarafından delinerek kapı gibi bir şey de açılmış? Onun ismine “Kanlı Burç” derler. Yeniçeri dayıları Galata ve kapı içinden aşırdıkları erkek ve kadınları oraya götürürler; orada canlarını ve ırzlarını malları bahasına kurtaramayanlar, mallarını ve canlarını kanları bahasına kurtardıkları için bu burca “Kanlı Burç” denilmiştir.

      Acayip! Burası bir mezbaha mıdır?

      Sözümüz bundan yüz sene öncesi için olduğuna göre, bu sualinize “Evet!” cevabını vermiş olsak ne zararı olur?

      Şunu muhakkak bilmeli ki o zamanlar Beyoğlu’na doğru Kumbaracı Yokuşu’ndan bir günde iki yolcu bile geçmezdi. Artık, Hendek yolunun ne kadar işlek bir yol olduğunu siz hesap ediniz.

      Hendek içinde uzaktan gördüğünüz Kanlı Burç’un dışının dörtgen şeklinde olacağı bellidir. Dörtgenin dört köşesinden bir köşesine iki büyücek taşı ocakvari koymuşlardı ki bu taşların arası kül ile dolmuş olduğu gibi taşlar arasında yanan ateş, o köşeyi tavana kadar karartıp kurumlatmış olduğundan âdeta ocak bacalarının içine benzerdi. Bir tarafında ise Çubukçulariçi mezarlığının hayratı olan tabutluktan bir teneşir getirilip yere yatırılmıştı.

      Acaba burada cenaze mi yıkarlardı?

      Hayır! Hendek içinin nasıl bir yer olduğunu anlatamadık mı yoksa? Hiç böyle yerde cenaze yıkamak mümkün olur mu? Bu teneşir, karyolalık ve kerevetlik etmek için konulmuştur. Üzerinde yatanların kimler olduğunu da anlarsınız ya? Yeniçeri sahbetçileri! Hatta teneşirin altında birkaç boş veyahut kırık şişe ve çanak gibi şeyler de bulunurdu. Bu korkunç karyolanın mukabilindeki duvarın üzerine birkaç çivinin mıhlanmış olduğu görülürdü ki bu çivilerin üzerine, burçta misafirliğe gelenlerin silah veya diğer eşyalarını asacakları anlaşılabilirdi.

      Bu saydığımız şeyler her zaman bu hâlde miydi? Oraya her giren bunları mı görürdü?

      Her zaman bu hâlde değildir ama fark da pek çok değildir. Ya bir tarafta bir de kaba hasır bulunur ya bir hasır iskemle fazla olarak görülürdü. Bu iskemle, kahvecilerin yalnız dört ayaktan ibaret, arkalıksız iskemlelerinden olduğu için orada bulunduğu gece iskemle hizmetini değil, belki masa işini görürdü. Eğer duvardaki çiviler üzerine bir eski aba yağmurluk asılmış görülürse orada durmayıp kaçmak lazım gelirdi. Zira yağmurluk hayra alamet olmayıp orada mutlaka bir yeniçeri gözü ve bir de tabancasının ağzı açık olduğuna delalet ederdi.

      Hendeğin biraz daha ilerisine mi gidelim dediniz? Hayır! Arzumuz, size bu Kanlı Burç’u hatırlatmaktı. Zira bundan yüz sene kadar evvelki İstanbul’un Hendekbaşı’nda ve şu Kanlı Burç’un içinde bir gece bir olay geçmiştir ki asıl onu hikâye edeceğiz. Hendeğin öte tarafında bir işimiz yoktur ki gidelim.

      İkinci Kısım

      Bir gece olduğunu haber verdiğimiz vakanın meydana geldiği СКАЧАТЬ