Название: Frankfurt Seyahatnamesi
Автор: Ahmet Haşim
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6485-03-7
isbn:
Seyahat ne kadar rahat ve eğlenceli olursa olsun yine için için, anlaşılmaz bir endişe tohumu taşır. En iptidai ve ağır kervan yürüyüşlerinden en süslü ekspres ve tantanalı vapur seyahatlerine kadar yolculuğun bütün çeşitlerini denedim, hepsinde de aynı gizli acının içimi ısırdığını duydum.
Akşam yolculuğun en keskin duygu saatidir.
Yolcu üzerinde karanlığın bu tesiri nereden geliyor?
Uzaklardan, insanlığın ta ilk hayvani gecelerinin hatıralarından.
Gece korku vaktidir. Göz artık vazifesini yapamadığı için yanlış şeyler görmeye başlar. Her gölge oyunu, her ot titreyişi, her yaprak kımıldayışı bir düşman hissini verir. Sinirlerin diken diken olduğu bu karanlık saatlerde hayvanların birçoğu için toplanmaktan, tünemekten veya ine çekilip uzanmaktan ve yatmaktan başka yapacak bir iş yoktur. Elektriğin keşfine rağmen medeni şiir, vahşi şiir gibi hâlâ gece başlangıcının getirdiği hüzünden ve karanlığın uyandırdığı faciadan bahseder.
Gecenin karanlıkları içinde seyyah nedir? İnine girmemiş, yolunu şaşırmış ve her an bir düşmanın pençesine av olmak tehlikesi karşısında kalmış titrek ve zavallı bir hayvandır. Vagonların çelik şangırtısı veya geminin gürültüsü içinde, esrarengiz bir talih işaretine doğru giden bir yolcu için sahilin her kımıldayan ışığı, yerlerini ve âdetlerini değiştirmeye lüzum görmemiş makul insanların mesut bir toplanma noktasıdır. Yolcu o ışıklara baktıkça kendisini siyah rüzgârlar eline düşüren deliliğini düşünür ve uzaklarda bıraktığı ılık bir oda ile dost bir lambayı, içi sızlayarak hatırlar…
SİNEK
Bir sinek bir kartalı kaldırıp yere vurdu.
Sinekten nasıl kurtulmalı!
Ne memleket ne iklim değiştirmek ne de her tarafı cilalı ceviz tahtalarla parıl parıl yanan Avrupa ekspresiyle seyahat etmek bunun için kâfi değil!
Öğle yemeğinden sonra sinirlerim uyuştu, ufak bir uyku kestireyim diye kompartımanımda uzandım. Havada vızıltıdan kareler, üçgenler, daireler, helezonlar çizen on on beş sinekten bir tanesi beni gözüne kestirdi; süzülüp dudağımın bir kenarına kondu ve bir kurşun ağırlığıyla etime yapıştı. Herkes gibi sineklerin ahlakını az çok bilirim, onlara zıt gitmeye gelmez. Bana musallat olanın teslimiyetimi görüp nihayet defolacağını umarak kımıldamadım ve müthiş bir sabırla benden uzaklaşmasını bekledim. Ne gezer! İğrenç böcek, düşüncemi anlamış ve sinirlerimin tahammül kabiliyetini ölçmek istiyormuş gibi, gitmek şöyle dursun, aksine yarım harap ettiği sinirlerimi son haddine kadar aşındırmak için konduğu yerde daha derin yerleşerek ıslak hortumu ve soğuk bacaklarıyla derimin üzerinde ağır ağır; küçük küçük ürpertici daireler çizmeye koyuldu. “İşkenceler Bahçesi” isimli kitapta anlatılan, Çin azaplarını kat kat geçen bu müthiş işkence altında fazla dayanamadım. Kırılan bir zemberek gibi bir an içinde bütün sabrım boşandı, gözüm karardı, acayip, siyah ışıklar görmeye başladım ve bütün irademi kaybederek can havliyle kalkıp var kuvvetimle havayı tokatladım. Fakat boş. O andan itibaren sinekle aramda baş döndürücü bir inat kavgası başladı: Ben çabaladıkça o bir an için havalanıyor ve elimin hareket kavsi bitince sanki gülerek süzüle süzüle aynı yere gelip konuyor ve etimin üzerinde başladığı işkenceye rahatça devam ediyordu. Başım dönmeye başladı, çıldırmış gibi yerimden fırladım ve kompartımanımı muzaffer sineğe terk ederek kendimi koridorlara atmaktan başka bir kurtuluş çaresi bulamadım.
ALMAN GECESİ
Macaristan ve Avusturya’dan itibaren içeride ve dışarıda her şey bana değişmiş göründü: Geçilen memleketlerin medeniyet ölçüsü olan vagon restoran hizmeti ve hat boyunca manzaralar… Sembolist şairlerin bütün o titrek hayalleri karşımda hakikat olmuştu: Zümrüt çayırlar ortasında pırıl pırıl akan pembe akşam dereleri… Bunların kenarında gümüş yaprakları hafif rüzgârlarla oynayan mesut kavaklar… Oyuncaklar gibi en tatlı renklere boyanmış tül perdeli köşkler… Bunların etrafında otlayan sıhhatli, altın tüylü öküzler… Geçen trene, bir an bakmaya tenezzül edip başını çeviren baygın kadın bakışlı mağrur sarı beyaz inekler…
Demir yolun iki tarafındaki tarlalar, kıymetli atlaslar gibi, temizlenmiş, ayıklanmış, taranmış, ekilmiş ve ayrı renklerle yan yana ta ufuklara kadar uzanıyordu.
Belli idi ki büsbütün başka kudretlerle mücehhez bir insanın yaşadığı bir âleme girmiştik.
Avusturya-Almanya hudut şehri olan Passau’ya girince bütün bu değişmeler benim için büsbütün akla hayret verici bir mahiyet almıştı. Sanki bindiğimiz tren ansızın büyümüş, genişlemiş, eşya somlaşmış ve kibarlaşmıştı.
Dışarıda büyük bir istasyonun mimarisi… Geniş rıhtımlar… Havada elektrik saatlerinin ışıklı işaretleri… İstikamet gösteren oklar… Birtakım iri harfler… Spor, dağ ve göl ilanları… Temiz tabaklar içinde elma, armut, üzüm satan ve sattıkları meyveler kadar pembe, sıhhatli, tertemiz giyinmiş çocuklar ve kızlar…
Passau’ya kırk dakika gecikerek gelen trenimiz kaybettiği vakti, Alman hatları üzerinde de muhafaza edemeyeceğinden o istasyondan sonra gecenin karanlıklarına bir yıldırım çılgınlığıyla saldırmaya başladı. İçinde deliler gibi koştuğumuz gecenin yeniliğini tadabilmek maksadıyla kompartımanımın lambalarını söndürdüm. Trenimizin bir an içinde geçtiği büyük istasyonlar ve bir iki dakika içinde bitirdiği şehirler, penceremin karanlık camı üzerinde, korkunç birer kibrit gibi büyük bir hışırtıyla parlayıp sönüyordu. Dışarıda, gök gürültüleri ve şimşek parıltıları zannettiğim şeyler, sadece yanımızdan akıp geçen fabrikaların, müthiş gürültüsü ve körletici aydınlığı idi. Sanki Demirciler ilahı topal Vulcain’in6 diyarına girmiştik.
Bu sırada gözüm kıvılcımlı, dumanlı semada ne tarafa gideceğini şaşıran bizim zavallı aya ilişti. Bu sarı ve perişan çehre bir gurbetzedenin acınacak çehresiydi.
VARIŞ
Seyahatimin hedefi Frankfurt’a gece yarısından sonra ikiye yirmi kala vardık; gecikmiş saate rağmen derinden derine her taraftan makine gürültüleri duyulan bu ticaret ve sanayi şehrine muhteşem ekspresimizden kaç kişi indi tahmin edersiniz? Yalnız iki kişi:
Ben.
Bir de midesinden rahatsız genç bir Romanyalı.
Çelikten, camdan ve mermerden yapılmış girift ve havai güzelliği hakkında ancak Belçikalı büyük şair Verhaeren’in şiirlerinin fikir verebileceği büyük istasyonun kocaman cam holü altında, boş rıhtım üzerinde iki yorgun seyyahın uykulu ayak sesleri ne gülünç akisler yapıyordu.
Gerçi Avrupa’nın en büyük istasyonlarından biri olan Frankfurt İstasyonu’na günde girip çıkan trenlerin adedi yüz ile sayılmaz fakat uzaklardan, ta İstanbul’dan, Balkanlar’dan, Budapeşte ve Viyana’dan gelen büyük bir ekspresin rıhtıma bıraktığı СКАЧАТЬ
5
Yunus Emre: XIII. yüzyıl mutasavvıf Türk şairi.
6
Vulcain: Jüpiter ile Junon’un oğlu. Ateş ve maden tanrısı. Venüs’ün kocası. Çirkin ve sakat idi. Annesi onu Olimp Dağı’ndan aşağı attı, Lamnos Adası’na düştü ve topal kaldı. Etna Dağı’nın altındaki madenlere yerleşti ve Cyclope’larla beraber çalıştı.