…
…
Bu sözden ikisi de bir şey anlamadı. Tekrar kucaklaştılar. Cüce dizlerinin dibine yaklaştı. Kalın sesiyle: “Şimdi böyle can cana fakat sonra yan yana, en nihayet…” dedi. Sözünü tamamlamadı. Yine bir kahkaha attı. Âdem Bey fenalaşan sevgilisini bıraktı. Cüceye döndü, sordu:
“Ee, en nihayet?”
“Sen bir yana, o bir yana!”
Havva Hanım kendine geldiği zaman gün doğmuş, cüce gecenin gölgeleriyle beraber sır olup gitmişti.
İkinci Fasıl
Evlendiler. Seviştiler. Bir vücut gibi yaşadılar. Ruhları, hisleri, zevkleri, neşeleri birdi. Geceleri yataklarında yan yana yatıyorlar, sabahları can cana kalkıyorlardı. Günler, haftalar, aylar geçti.
“Hep böyle değil mi?”
“Hep böyle…”
“Ebediyen?”
“Ebediyen.”
“Can cana, değil mi ruhum?”
“Can cana! Ebediyen…”
Yatak odalarının pencerelerine konan kumrular onların muhabbetini kıskanıyor, aşkın ahengini ağlayan “gu gu”larıyla sanki:
“Ah biz de böyle, biz de bu kadar sevişebilsek…” demek istiyorlardı.
Üçüncü Fasıl
Sonbaharın nihayetlerine doğru Âdem Bey rahatsızlanmıştı. Gittikçe benzi sararıyor, tesellisi bulunmaz, müphem bir elem ruhunu sıkıyordu. Her gece Havva Hanım’ın sorduğu:
“Hep böyle, can cana?”
…
“Değil mi?” sualini bir gün işitmedi. Aklında başka bir şey, başka bir şeyler vardı! Havva Hanım cevapsız kalınca uyumadı. Kolları gevşeyen, dudakları solan, alnı çizgilenen kocasına baktı. Baktı. Baktı. Hayaline ilkbaharın mavi gecesi doğdu. Havuzun fıskiye çanağından atlayan cüceyi hatırladı.
“Demek şimdi yan yana.” diye içini çekti. Horuldayan kocasının yanına uzandı.
Hatime
Soğuk bir kış gecesi Âdem Bey karısına:
“Sen açılıyorsun! Ben de üşüyorum!” dedi. Bu sözde “azarlama”yı artıran gizli bir kabalık vardı.
Havva Hanım: “Uyurken… Haberim olmadan, ruhum, darılma…” diyecek oldu.
Kocası: “Yatak geniş… Yorganlarımızı ayıralım. Ben bir yana çekileyim. Rahat rahat uyuyalım!” cevabını verdi. Havva Hanım gülümsedi:
“Ben de bir yana, pekâlâ!”
Büyük ela gözleri yaşardı. Kalbinden taşan bir hıçkırığı tutmak için başını yukarı kaldırdı. Birdenbire buğulanmış camın arkasında, geçen ilkbahar gecesinin ak sakallı ecinnisini gördü. Koştu. Pencereyi kaldırdı. Sabahki tipinin camla panjurun arasına biriktirdiği karlardan başka bir şey bulamadı. Bu beyaz, soğuk yığını, hararetten tutuşan elleriyle sanki cücenin sakalı imiş gibi okşadı.
“Ah yalanmış! Yalanmış!” diye inledi.
Âdem Bey gözünü kapar kapamaz rahat uykusuna dalmıştı. Karısının bütün gece devam eden hıçkırıklarını duymadı…
TÜRKÇE REÇETE
Belkıs, geniş yatağında, mavi ipek kaplı yorganının altında sıkılmış bir yumruk gibi yusyumru yatıyordu. Sabahleyin vurdumduymaz kocasıyla yine bir fasıl gürültü etmişti. Şimdi sinirleri çekiliyor, kalbi sızlıyor, başı çatlayacak gibi ağrıyordu.
Kendi kendine: “Ölüyor muyum?” dedi. Bağırmak, geceliğini parçalamak, yerlere atılmak istiyordu. Fakat ağır bir kâbusun hareketsizliğiyle bir şey yapamıyor, dişlerini sıkıyor, zangır zangır titriyor, inim inim inliyordu. Onun feryatlarını, Eleni ta aşağıdan işitti. İmdadına koştu.
“Hanımcığım, ne oluyorsunuz?” diye yorganı kaldırdı.
“Ölüyorum, kız…”
“Ah Panayi… Susunuz!”
…
Belkıs feryadını yine tekrarladı:
“Ölüyorum. Bu sefer ölüyorum…”
“Susunuz, kale…”
“Ölüyorum, Eleni…”
“Kolonya ile bari göğsünüzü ovsam…”
“Hayır, hayır…”
“Yüzünüze su serpsem…”
“Hayır, hayır… Telefona koş! Doktor Şerif’i çağır… ‘Hanım son nefesini veriyor!’ de. Araba mı bulur, at mı, otomobil mi? Kuş olsun, uçsun gelsin! Bir dakika geç kalırsa cenazemi görür. Böyle söyle işte…”
“Peki hanımcığım!”
“Haydi koş diyorum!”
Hizmetçi kız aynalı dolabı, kapalı pencereleri zangırdatan bir çabuklukla kapıdan fırladı. Belkıs iyice yumrulaştı. Daha keskin, daha acı inlemeye başladı.
Doktor Şerif onun biraz akrabasıydı. Şimdiye kadar hiç kendisini göstermemişti. Ama herkesten methini işitiyordu. “Kadın hastalıkları” mütehassısıydı. İki sene evvel mektepten çıkmış, pek büyük bir şöhret kazanmıştı. “İnsanı lafla iyi ediyor…” diyorlardı. Belkıs çok beklemedi. Yarım saat geçmeden iri yarı, şuh bir delikanlı odaya girdi. Karyolanın yanına konulan koltuğa oturdu. Belkıs hâlâ inliyordu. Teklifsizce yorganı kaldırdı.
“Neniz var, Belkıs Hanım?”
“Ah doktor, siz misiniz?”
“Evet, bendeniz…”
“Görmüyor musunuz, ölüyorum işte…”
“Görüyorum ki bir ilkbahar sabahı kadar pembe, bir dişi kaplan kadar kuvvetli, yeni açan bir gül tomurcuğu kadar sağlam yaşıyorsunuz!..”
Belkıs, azıcık doğruldu. Kaşlarını çattı.
“Rica ederim, şairliği bırakınız.” dedi, “Hastayım. Bana bir ilaç veriniz.”
Doktor güldü.
“Hah şöyle! Biraz doğrulunuz bakayım.”
СКАЧАТЬ