Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın. Yasin Topaloğlu
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın - Yasin Topaloğlu страница 4

Название: Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın

Автор: Yasin Topaloğlu

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-27-3

isbn:

СКАЧАТЬ olan yıllar değildi. Bu kesimlerin arasına girdikçe Demokrat Partiliye rastlama oranı çoğalıyordu. Ben bunun sıkıntısını ilkokulu bitirdikten sonra, 1957’de İstanbul’da Robert Koleje gidince yaşadım. Oraya gidişim de ilginçtir. Oraya babamın hatırı için gittim. İlkokula babama rağmen gitmemiştim ama 1957’de tam tersini yaptım. Orada bunun sıkıntısını çektim.

      Siz 1946’da milletvekili çocuğu olarak dünyaya geliyorsunuz. 1950’de babanız başbakan ama siz elitlerin okulu yerine Dikmen’in köylerinden gelen çocukların okuduğu bir okulu tercih ediyorsunuz…

      Mesela bakanlar yakınımızdı. Onların çocukları ile bir araya gelmek de beni fazla mesut etmezdi. Mahalledeki arkadaşlarımdı, yakın komşularımızdı onlar. Bizim kapı komşumuz, emekli memur olduğu söylenen Ali Rıza Bey’di. İncir ağaçları vardı. Biz de incirlerini aşırıp onu kızdırırdık. Onun alt katında da Rum bir aile yaşardı. Mesafe çok yakındı. Bu komşumuzun çocuklarından olan bir abla benden iki üç yaş büyüktü. Onun küçüğü erkek kardeş benim yaşıtımdı. Babalarının iş yeri de hemen Güvenevler’in altında, yüz metre ilerideki Yugoslavya Büyükelçiliği civarındaydı.

      Siz herhangi bir çocuk gibi korumasız bir yaşam sürüyordunuz…

      Evet. Yazın bizim evin önündeki bahçede veya yan bahçede, mahalledeki çocuklar ile bir araya gelip bir güzel oynardık kendi aramızda. Başımızda kimse olmazdı.

      Evde de sıkı güvenlik önlemleri yok muydu?

      Hayır. Sıkı güvenlik önlemleri evde de yoktu, serbestçe oynardık. Ben bunları bir dönemin hâletiruhiyesini, terbiyesini, âdet ve alışkanlıklarını aksettirmesi bakımından da anlatıyorum. Yabancı çocuklarla oynarken “Aman ha bunlara gâvur demeyin, kâfir demeyin; aman ha başka dinden olduklarını hissettirmeyin! Sünnetli, sünnetsiz gibi lafları bilir bilmez açmayın ve kesinlikle bunlara eziyet etmeyin. Büyüklük taslamayın. Mutlaka arkadaşınız, çok yakınınız gibi muamele edin. Farklılıkları onlara hissettirmeyin.” denirdi. Şimdi düşünüyorum da bunları bize öğretenlere bir kere daha rahmet okuyorum. Bu çok önemli bir şey. Bu bir imparatorluk kültürüdür her şeyden önce. Osmanlı kültürüdür. Farklılıklarla birlikte yaşama alışkanlığıdır. Bu özellik bu topraklarda yüzlerce yıl boyunca var olmuştur.

      Bu hâkim bir duruşa sahip olmanın verdiği estetik bir rahatlık değil mi?

      “İmtiyazlısın ama bunu belli etme! Üstünlük taslama çünkü bu küçüklüktür.” diye yardımsever olmamız öğütlenirdi. Mesela ben cebime yabancı bir çikolata, şeker falan koyup okula gitmedim. Böyle bir şeyi düşünmedim. Biri yap dese de yapmazdım, direnirdim. Arkadaşlarım bize geldiği vakitlerde onlara ikram ederdim. O zaman okul kafeteryası pandispanya, şeker satardı. Simit bile oralarda zor bulunan bir şeydi. Bir şey alacağım sırada yanımda arkadaşım varsa mutlaka birini de ona alırdım, iki arkadaşım varsa ikisine de alırdım. Bunlar bize hep öğretilirdi, telkin edilirdi. “Kendin için bir şey istemeyeceksin. Kendi adına bir şey yapmayacaksın. Her şeyi bölüşeceksin, büyüklük taslamayacaksın.” denilirdi. Bunlar benim hiç zoruma gitmedi. Hatta bunların benden istenmiş olmasını, bu öğütleri yerine getireceğime dair bana gösterilmiş olan bir güvenin işareti olarak görüyordum. Bu öğütleri çok sevdim hem de çok… Ben bu şekilde yaşadım. Hatta şöyle de bir anı anlatabilirim: Biz 1953’e kadar Güvenevler’deydik, ev küçük geliyordu. Sonra Çankaya’da bir köşke taşındık. Şimdi orada yabancı konukların bir kısmını ağırlıyorlar.

      Fevzi Çakmak’a ait köşk mü?

      Onun üst tarafında. Kuvvet komutanları ve genelkurmay başkanlarının kaldıkları evler var, oranın üstünde. Orayı Atatürk, kardeşi Makbule Hanım için yaptırtmış ama o da orada oturmamış. Böyle bir köşktü. 1953’te oraya taşındık. Henüz yeni taşınmıştık. O sırada Haziran ayıydı zannedersem. Ben sürekli su isterdim. Oranın eski görevlilerinden biri su olmadığını söyledi. Ben de dedim ki “Çeşmeden su akmıyor mu, akıyor; çeşmeden içeyim, bana çeşmeyi gösterin.” deyince adamcağız çok hayret etmişti. Sonra anneme demiş ki “Biz hiç böyle bir şeye alışık değiliz. Buradan gelip geçen büyükler, çocuklar pek çeşmeden su içmezdi ama Aydın Bey içti.” Bunlar artık doğal bir şey hâline gelmişti. Ortanca ağabeyim hatta büyük ağabeyim de aynı özellikleri taşımıştır. Bir de tabii demokrasi ile birlikte Türkiye’de birçok şey değişiyordu.

      Toplum demokratikleşme sürecine ayak uyduruyor muydu?

      Evet. 1950 senesiydi, demokrasinin ne olduğunu henüz bilmiyordum. Güvenevler’in karşı tarafı, bizim evin öbür tarafı çarşıydı. Orada kasap, kolacı, temizleyici vardı. Gömlekler ütülenir, yakalarda, elbiselerde leke olursa kuru temizleme yapılırdı. Berber, manav, bakkal tabii bir de kıraathane vardı. Doğal bir süpermarket gibi, her şeyin bir arada olduğu bir manav da vardı. Genellikle de oradan alışveriş yapılırdı. Bir gün evde öğlen temizlik yapmışlar, camlar açıktı. Biri yüksek sesle bağırıyordu, “Bu memlekette artık demokrasi var, bana kimse karışamaz!” diye. Muhtemelen öğlen vakti, kafayı çekmiş biriydi. Bir şey oldu mu, “Bana karışamazsın kardeşim, memlekette demokrasi var.” denirdi. Bu sözü o yıllarda çok işitirdik. Tabii bu yerinde de kullanıldı, yersiz de. İhlal edilmemesi gereken kuralları ihlal edince, “Yaparım kardeşim, demokrasi var!” şeklinde de kullanılsa, bunun büyük bir aşama olduğunu söyleyebilirim. Bu dönemde Ankara’nın, Türkiye’nin lehçesi hızla değişmiştir. Ben hatırlarım, böyle motosikletli eskortlarla o zamanın cumhurbaşkanının, başbakanının güvenliği sağlanırdı. Halkın tabiriyle “patapatalarla” gelip giderlerdi. Güvenlik için gibi gözükse de aslında devlet, “İşte ben buradayım, ayağını denk al!” der gibiydi. 15 Mayıs sabahı bunlar kalkıyor. Beyaz tren kalkıyor. İnsanlar vilayet binasından içeri girebiliyor. Çünkü Demokrat Parti iktidar olmuş. Başvekalete geliyorlar, başvekilin elini sıkıyorlar; bakanların elini sıkıyorlar. Milletvekiline gidip iş isteğinde bulunuyorlar. Bunlar kendiliğinden oluyor. Bu tek başına bir devrimdir, gerçek bir devrimdir. O döneme özgü, tipik bir durumdur. Göz önüne bir fotoğraf getirmek için herhâlde bu anlattıklarım yeterlidir. Bayar, Köşk’e çıkınca iki şey yaptırdı: Birisi, daha önce Köşk’ün girişinde olan sonra depoya konulan Mustafa Kemal Atatürk’ün beyaz bir heykeli vardı, onu eski yerine yerleştirtti. İkincisi, cumartesi ve pazar günleri Çankaya Köşkü’nü halka açtı. Celal Bayar’ın ikametgâhının dışında her yer gezilirdi. Atatürk’ün ilk oturduğu, bir Ermeni’nin yaptırdığı söylenen iki katlı bir köşk vardı, şimdi Atatürk Müzesidir orası. İnsanlar orada, o genişçe bahçede gezip dolaşırlardı. 30 Ağustos, 29 Ekim, 19 Mayıs gibi günlerde orada havai fişekler atılırdı, akşam da insanlar gezerdi. Sadece Köşk’ün içine girmezlerdi, orası mahrem alandı. Tabii bakanlar geliyor, yabancı devlet adamları geliyor. Orası sadece bir ikametgâh değil, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Köşkü, cumhurbaşkanının çalışma yeri, bir devlet dairesiydi.

      Bu durumda Çankaya Köşkü, merhum Özal’dan önce halka açılmış oluyor.

      Evet, merhum Özal o geleneği ihya etti. 6-7 Eylül Olayları nedeniyle bir dönem sıkıyönetim vardı. O dönemde devam edip etmediğini hatırlamıyorum. 28-29 Nisan 1960 olaylarına kadar cumartesi günü öğleden sonra ve pazar günü Köşk ziyarete açılırdı.

      Bir müze gibi…

      Oraya СКАЧАТЬ