“Ne istiyorsun?” dedi. Muhabir olduğumu, Ermeni milletinin murahhası gibi kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim. Vesika falan aramadı. Fakat oturtmadı da! Ayakta konuştuk:
“Peki ne soracaksın, bakalım?”
“İhtilalden maksadınız nedir?”
“Şeriatı çıkarmak…”
“Şeriat ne demektir? Lütfen bana izahat verir misiniz? Bizim Ermenilerin bu hususta malumatı yok.”
“Şeriatın ne demek olduğunu ulema efendilerimizden git öğren. Benim sana öğretmek haddim değil. Belki yanlış bir şey söylerim de, günaha girerim.”
“Şeriatı nasıl çıkaracaksınız?”
“Ne kadar mektepli zabit varsa hepsini öldüreceğiz. Jöntürk dedikleri dinsiz herifleri bir tane kalmayıncaya kadar mahvedeceğiz…”
Heyhat… Biz Jön Türklerin taassubundan, “İttihadı İslam”11taraftarı olduklarından nefret eder, her fırsatta kendilerine hücum ederiz. Türkler de onlara “dinsiz” derler. Öyle bir tezat ki… Ama hangisi doğru…
“Pekâlâ efendim, siz Türk müsünüz?”
“Hayır Türk falan değilim…”
“Arnavut musunuz?”
“Hayır, hiçbir şey değilim…”
“Ya nesiniz?”
“Müslüman…”
Dinin başka, milliyetin başka bir şey olduğu bu çavuşa anlatılamazdı. Ayrıldım, dışarı çıktım. O gece Beyoğlu’nda kaldım. Gezdim. Bütün umumhaneler, meyhaneler ihtilalcilerle dolmuştu. Hepsi ölecek derecede sarhoştu. Aşüftelere sarılıyorlar:
“Şeriat isterük!” diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.
Dünyada bu kadar maksatsız, bu kadar idealsiz bir ihtilal olamazdı. Hareket Ordusu12gelince isyanın ruhu bir sabun köpüğü gibi söndü. Kahramanlar, koyunlar gibi kışlalarda tutularak bağlandı. Rumeli’deki askerî yollarda çalıştırılmak üzere vapur vapur Selanik’e gönderildi. Abdülhamit’in huzurunda Kabuli Bey isminde bir kaptanı parçalayan bahriyeli neferler asıldı.
Bir Türk – Osmanlı arkadaşımla asılacakları görmeye gittim. O gece Sirkeci’de otelde yattık. Sabahleyin erkenden darağaçlarının kurulduğu meydana geldik. Daha güneş doğmamıştı. Harbiye Nezareti 13 tarafından bir gürültü koptu. Mahkûmları getiren arabalar ilerliyordu. Asılacak olanlar bütün kuvvetleriyle tekbir getiriyorlardı. Oradaki jandarma zabiti bize dedi ki:
“Bunlar gevezelik yapıyorlar. Öbürleri usluydu. Şimdi Derviş Vahdeti teşvik ediyor. Zannediyor ki, tekbir seslerini işiten halk gelip onu ipten zorla kurtaracak…”
Son nefesinde bile halkı teşvik etmekten vazgeçmeyen bu adamı görmek istedim. Arkadaşımın tanıdığı zabitle beraber yan yana gittik. Bu ateş yüzlü, fakat vahşi, azimli bir adamdı. Biraz sararmıştı.
Hâlâ Genç Türklere küfürler ediyor, onların göreceklerinden filan bahsediyordu. Çok söylendirmediler. Astılar… Kafası düşünce bizim şehit olan fedakâr ihtilalcilerimizi düşündüm. Türkler ne tuhaftır. Kendi milliyetleri gibi çok şeyi inkâr ederler. Gayet mükemmel ali, fedakârane olan Ermeni ihtilallerine “isyan” bile demeye tenezzül etmiyorlar, laf arasında geçerse yalnız “Ermeni gürültüsü!” diye gülümsüyorlardı. O kadar fedakâr veren koca ihtilal… Evet, bu memlekette buna âdeta bir “gürültü” deniyordu.
Derviş Vahdeti, epeyce büyük bir rol oynamıştı. Fransızca bir isim ile çıkardığı dinî gazetesinin14sürümü otuz, kırk bini bulmuştu. Âdeta ben bile halkın inanmak için gayet büyük, mantıksız budalalıklar aradığına kani oluyordum. Ali mektepten çıkan, en münevver gençler bile Derviş Vahdeti’nin yazılarını satırı satırına okuyorlardı.
Hele tanıdıklarımdan bir Genç Türk vardı. Büyücek bir memurdu. İhtilal günlerinde Mebusan’da15idim. Onun, cebinden yeşil, al iki bayrak çıkararak:
“Ya bu kazanacak ya bu…” diye, şuh, hoppa, sevindiğini gözümle gördüm. Bu ona, bir Genç Türk’ tü. Fakat ideal namına hiçbir şeyi olmadığından irtica, zulmet ve cehaletten de hoş geliyordu.
Vakaları mı yazıyorum? Gazetelerin yazdığı şeyleri yazmakta ne mana var? Ben kendi hislerimi, intibalarımı yazmak isterken haberim olmadan kalkıyor, “vaka nüvis”lik ediyordum. Neyse… İşte o fırtına geçti. Şimdi rahat gibiyiz. Boyuna kabineler değişiyor. Vükelaya genç unsurlar giriyor, talihimiz, Türkiye’nin talihi taayyün etmek üzere… Ben daha mesleğimi tayin etmedim. Ermeni fırkalarına mı gideyim? O vakit bir milliyetçi olmayacak mıyım? Hâlbuki ben Osmanlılığa itikat ediyor, iktisat bağlarının din, taassup, milliyet bağlarından daha kuvvetli olduğuna kani bulunuyorum.
Bugün bir Türk’le konuştum. Bende çok iyi bir tesir bıraktı. Aramızda geçen lafları mutlaka yazmalıyım. Bu zatın ismi Niyazi Bey… Meşrutiyet’in ilanından sonra Avrupa’dan gelmiş. Gayet şıktı. Başında fes olmasa bir Avrupalıdan farkı olmayacaktı. Hukuk tahsilini Paris’te bitirmiş, birinci derecede diploma almıştı. Mebus Mizikyan’ın evinde bana takdim olundu. Bahis politikaya dönünce ben “İttihat ve Terakki” hakkındaki şüphelerimi söyledim. Kendisi ne hükûmet fırkasından, ne de muhalif, “müstakilim” iddiasında idi. O kadar değişmiş, o kadar medenileşmişti ki, “Ah her Avrupa’ya giden Türk böyle gelse… “diye düşünüyordum. Sözlerini büyük bir dikkatle dinledim:
“İttihat ve Terakki’den şüpheniz pek boştur!” diyordu. “Pantürkizm,16Panislamizm17filan Avrupa hayalperestlerinin iftirasıdır. Bir de mesel vardır, biliyor musunuz: ‘Kişi, kişiyi kendi gibi bilir.’ Avrupa’da meşum sunî bir cereyan yaşar: Milliyet, kavmiyet cereyanı! Orada her şeyi СКАЧАТЬ
9
31 Mart olayında isyancı askerlerin şefi.
10
Taksim’de bir kışla, şimdi Mühendis Mektebi.
11
31 Mart olayında gericilerin partisi.
12
31 Mart ayaklanmasını bastırmak için Rumeli’den gelen
13
Beyazıt’ta, şimdiki üniversitenin binası.
14
Volkan
15
Büyük Millet Meclisi
16
Dünya Türklerini birleştirme ülküsü.
17
İslamları birleştirme ülküsü.