Название: Valeria Bunu Anlayamaz
Автор: Dilek Yılmaz
Издательство: Notos Kitap
isbn: 978-625-6469-18-1
isbn:
“Hayatım tehlikede mi, bari onu söyle.”
“Otur,” diyor, “sana bir şey anlatmalıyım.”
Kontrolünü kaybetmemek için çaba harcadığı kolaylıkla sezilse de ellerinin teri ışıkta parlıyor. İçerisi soğuk bile sayılır. Bir tehlike varsa bu onun için de geçerli olmalı. Tane tane anlatmaya başlıyor. Aramızdaki ortak dilin kifayetsizliğinin ötesinde basit kelimelerle ve olabildiğince ağır… O konuştukça daha çok üşüyorum. “Kaloriferi aç,” diye bağırıyorum, “burası çok soğuk.” Dişlerim zangırdamaya başlıyor birden, elimle alnımı yokluyorum. Kalkıp kollarımdan tutarak sakinleştirmeye çalışıyor beni.
“Dokunma bana.”
Çekiliyor. Televizyonun karşısındaki koltuğa dönüyor yine.
Deli gibi telefonumu arıyorum salonda. Hızlanmaya çalıştıkça iyice ağırlaşan karnımı taşımakta daha da zorlanıyorum. Ayaklarım şiş. Zeminde adım attıkça, sanki taban ayağımın üstüne biniyormuş gibi tarak kemiklerim sızlıyor.
Acilen kliniğe ulaşmalıyım. Telefonumu hâlâ bulamıyorum.
Bunu nasıl yapabildiğini aklım almıyor. Laboratuvarda adamın spermini kendininkiyle nasıl değiştirebildiğini.
“Bu yaptığın suç,” diye bağırıyorum. Biliyor, göze almış.
Dermansızca çöküyorum koltuğa.
O ise sıradan bir haber vermiş gibi. Sakin görünmeye çalışıyor. Sırrının yükünü boşalttığına memnun bile olabilir, rahatlamış duruyor.
“Benden ne istedin ruh hastası,” diye haykırıyorum. Aylar sonra, kendi dilimde. Tek kelimesini bilmese de anladığına eminim.
“İlk gün aklıma koymuştum,” diyor. “Sarışın bir kızım olacaktı. Valeria gibi tatlı, şirin bir kız.”
Bu delilik. Tatlı bir kızı olsun diye kimse kimseye bunu yapamaz. Kiralık bir bedende bile yapamaz. Orospu bile olsam yapamaz. Kimsenin buna hakkı yok.
Kafamı toplamaya çalışıyorum. Aile kendisinden olmayan bir çocuğun peşine düşmez. Klinik bir çözüm bulabilir. Bulmalı. Beş parasız dönemem.
“Bunu saklayamazsın,” diyorum. “Seni hastanede ele veririm.”
“Onları bir daha görmeyeceğiz.”
Korkmuyor hiç. Her şeyi ayarlamış.
“Beni bekleyen küçücük bir çocuğum var,” diyorum ağlayarak.
“Endişe etme. Birkaç ay sonra onu da alacağız,” dediğinde anlıyorum embriyonun ikimize ait olduğunu. Önceki gelişimde geçirdiğim operasyon sonrası etrafımdan neden bir an bile ayrılmadığını şimdi anlıyorum.
“Vizem üç ay sonra dolacak, sınır dışı edecekler.”
“Doğumdan hemen sonra bir Amerikalıyla evleneceksin,” diyor.
“Bu mümkün değil.”
“Korkmana gerek yok, anlaşmalı evlilik.”
“Ben zaten evliyim,” diye bağırıyorum.
İnanmıyor önce. O evden gittikten sonra her cumartesi konuştuğum Yevgeniy’in kardeşim değil, kocam olduğunu söylüyorum. Bakışları değişiyor. Yüzü bütünüyle donuk.
Korkuyorum ondan.
“Yalan söyledin,” diyor, “bana yalan söyledin.”
Üzerime doğru yürüyor. Doğrulmaya çalışıyorum. Valeria’yı düşünüyorum, bunu anlayabilir mi?
Evden kilometrelerce ötede, karnımda başkasına ait, benim olan bir bebekle, henüz yarısını alabildiğim on iki bin avro için ölmek kaderim olabilir mi?
Düşünüyorum. Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Zamanım yok.
“Bebek geliyor,” diyorum bir anda. Son şansım, ellerim kasıklarımda. Tepki vermiyor. “Söz veriyorum, seni asla ele vermeyeceğim.”
Düşünüyor. Karnıma kapanarak ağlıyorum. Valeria’nın doğumunu düşünüyorum. Doğum sancısı unutulur mu? Hatırlamıyorum.
Kaç dakika geçtiğini bilmiyorum, on ya da yirmi. Ömrümün en uzun bekleyişi.
Umudumu kaybetmek üzereyken çözülüyor yüzü. “Hazırlan,” diyor, “yeni hastane biraz uzak.”
Unuttuğum Bir Şey Var
Gene gecikti Arife. Onun yüzünden her defasında ben de gecikiyorum. Usandım. Kararlıyım, bugün kesin konuşacağım. “Ya vaktinde gel ya da artık gelme.” Anahtarlar elimde, çıkmaya hazır, volta atıyorum koridorda. Kapı zili nihayet çaldı, saat neredeyse on. Otomatiğe basıp kollarım kenetli, kapının gerisinde dikildim. Beklerken gözüm aynaya takıldı. Omuzuma dolayıp unuttuğum kravat iki yandan serseri işi sarkıyor, alelacele bağladım. Üçgen top boynuma dayandığında suretim hayal ettiğim kadar ciddi, kendimi öyle biraz tuhaf bile buluyorum.
Aralık kapıdan süzülen, öksesi aşınmış ayakkabılarının zemine değdiğinde çıkardığı gıcırtıyı nerede olsa tanırım. Yaklaşırken adımları sanki inadına aheste. Sonunda kapıda göründü. Yarım ağız “günaydın”la kırk kere uyardığım halde ayakkabılarını gene eşiğin gerisinde çıkardı. Parmak ucunda yükselerek çantasını portmantonun en üst askısına astı, fakir kalırmış yoksa. Evi dolaşmaya başladı. Gezinirken insanı tedirgin edecek kadar sessiz. Neyi nasıl bıraktıysa hepsini son yerinde yoklayarak tek tek kontrol ediyor. Yüzündeki ifade kekremsi bir şey yemiş gibi hoşnutsuz.
“Sarı bezler nerede?”
“Yüklükte galiba.”
“Oraya mı konur?”
Yüzüme bakmıyor. Malzemeleri aranırken peşinde dolanıyorum. Cam bezinin tuvaletten çıkması iyi olmadı. Banyoya daldı, bezler elinde. Çamaşır makinesinin arkasındaki daracık boşluğa tombul poposunu iki yanından eze eze sığdırıyor. Şaşkınlıkla izliyorum onu, vücudu sanki kemiksiz. Çömelince gözden kaybolduğu bölmeden elinde tahta bir sopayla çıktı. Doğrulduğunda göz gözeyiz. Sopayı ayağının önüne baston gibi dayadı, bir eli üzerinde. Donuk bakışlarından korkuyorum.
“Sen buraya birini getirmişsin ben yokken.”
İhanet etmiş gibi hissediyorum kendimi, bütün planım bozuluyor.
“Pislik içindeydi ortalık, iki aydır yoksun, ya ne yapsaydım?”
“Köye de mi gitmeyelim?”
Cevap vermedim. Söylenerek koltuğa çıktı. Önce salonun caddeye bakan tarafının perdesini sökmeye davrandı. Rustiğin bir halkası hışmına kurban gidiyor. Öbür cama boyu yetişmeyince gidip merdiveni getirdi balkondan. СКАЧАТЬ