Название: Hürrem Sultan
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-73-0
isbn:
“İnsanın…” dedi. “Ayna gibi dostu var. Ben de kendi değerimi o dost ağzından her gün dinliyorum, dediğiniz kadar güzel olmadığımı duyuyorum efem.”
Hünkâr, eğilmek bilmeyen güzelliğe biraz hareket olsun vermek istedi. Hürrem’i göğsüne doğru çekti ve gözlerini onun gözlerine dikerek cevap verdi:
“Aynaya benim gözlerimle bakarsan ne kadar yanıldığını anlarsın.”
“Buna imkân var mı efem? Ben sizin gözlerinizi kullanabilir miyim?”
“Aşka düşersen kullanabilirsin!”
“Aşk nedir efem? Yeni işitiyorum bunu!”
Süleyman, ne taaccüp etti ne de hiddet. Kızın aşk cahili olmasını tabii buluyordu. Yeryüzünde herhangi bir kimsenin kendini sorguya çekmesini havsalasına sığdıramamakla beraber yapılan şu sorudan heyecanlı bir haz alıyordu. Ondan ötürü şevkle aşkı anlatmaya koyuldu:
“Aşk!” dedi. “Bir yüreğin başka bir yürekle kaynaşması demektir. Aşka düşüp de ikilikten çıkan yürekler şeker karıştırılmış süte yahut güzel kokulu güle benzerler. O sütte şeker, o güldeki koku neyse birleşen gönüllerde de aşk odur, iki ayrı şeyi bir yapan kuvvettir.”
Hürrem gülümseyerek dinliyordu. Hünkâr yaptığı tarifi eksik ve kendi düşüncelerini hakkıyla ifade etmek kabiliyetinden uzak bularak, kızın da gülümsemesinden ilham alarak sözüne devam etti:
“Yıldızlar…” dedi. “Niçin parlar, bilir misin? Güneşe âşık olduklarından. Ay niçin incelir, solar, erir: aşktan. Çünkü yıldızlar gibi o da güneşe gönül vermiştir. Rüzgârlar, aşkın çocuğu ve aşkın esiri olan tabiatın sesidir. Kuşlar, hep aşk cıvıldar. Bülbülün bildiği tek bir beste varsa aşktır. Aşk olmasaydı yer olmazdı, gök olmazdı, hayat olmazdı, anladın mı küçük?”
Hürrem ellerini hünkârın avuçlarından çekmeden, gözlerini onun gözlerinden ayırmadan bir kelime söyledi:
“Hayır!”
Süleyman, hayretle karışık bir infialle iki adım geri çekildi, kızı serbest bırakarak kollarını göğsüne kavuşturdu:
“Hayır mı?”
“Evet efem, anlamadım. Çok tatlı söylüyorsunuz ama ben bir şey anlamıyorum. Merhamet buyursanız da bana aşkın kendisini gösterseniz.”
Hünkâr, güç bir durumda kalmıştı. Kendisi aşkın illeti tekvin20 olduğuna inananlardandı. Bu imanını o devirde pek makbul olan (sofiye hikmeti)21 bakımından izah etmeye muktedirdi. Fakat aşkın sütte şekere, gülde kokuya benzemesini kavrayamayan Hürrem’e, vücudu mutlak, kemali mutlak, cemali mutlak, hayrı mutlak bahislerini nasıl anlatabilirdi?
Hâlbuki şu güç işi başarmaya mecburdu. Yedi, sekiz aydan beri kurduğu hülyalara gerçekleşmek yolunu açabilmek için her şeyden önce yâricana aşkı anlatmak ve tattırmak lazımdı. Şu lüzumla maslahatın ansızın aldığı çapraşıklığı uygunlaştırmak ise kaleler devirmekten çok müşküldü.
Süleyman, yaradılışındaki tahakküm meyline ve aldığı terbiyeye göre davrandığı takdirde bütün güçlüklerin -hatta bir lahza içinde-sönüp gideceğini biliyordu. Aşk nedir diyen kıza bir yastık göstermek kâfiydi ve şimdiye kadar düzinelerle halayığa aşkın kuş tüyü yastıklar üstünde bir nakış olduğunu hissettirmekle iktifa etmişti. Fakat Hürrem’e karşı böyle davranmak istemiyordu. Onun konuşur gibi görünüp de safiyetle karışık masum bir tahakküm göstermesi, kendisini sorguya çekmesi hoşuna gidiyordu. Bu durumda, biraz küçülmek ve değişilmeden taşınılan bir elbisenin ağırlığından biraz kurtulmak zevki seziyordu. Henüz beşikteyken endamına çizilen yaldızlı irtifadan ve ruhuna geçirilen altın zırhtan bıkıp usandığı için Hürrem’in o irtifaı yontup kısaltan, o zırhı hırpalatan tahakkümünden bahtiyar oluyordu. Ona aşkı telkin etmeyi ise zaten emel edinmişti. Bu sebeplerle mesut bir özenişe kapıldı ve aşkı yeni baştan tarife girişti.
“Gündüz.” dedi. “Her yanda ne görürsün?”
“Aydınlık!”
“O aydınlığı avuçlayabilir misin, mendile koyup taşıyabilir misin, teraziye atıp tartabilir misin?”
“Hayır!”
“Aşk da böyledir çocuğum. Kuvvetli bir ışıktır hatta ışıktan da üstün bir şeydir, ateştir. Sezilir, görülür fakat tutulmaz, ölçülmez, tartılmaz.”
Hürrem, anlamıyor gibi görünmekte ısrar etti:
“Güzel buyuruyorsunuz ama efem, gündüzün aydınlığı güneşten geliyor. Aşk ışığı nereden çıkar, nasıl görülür!”
Süleyman, bu çocukça soru üzerine dayanamadı, Hürrem’i yakalayıp bir endam aynasının önüne götürdü:
“Bak!” dedi. “İyi bak. Ne var orada?”
“Cariyeniz Hürrem!”
“Yani bir güneş.”
Ve kızın cevap vermesine meydan bırakmadan başını bir kolunun üzerine yatırdı:
“İşte…” dedi. “Aşk, senin gibi güzellerden doğar, karanlık gönüllere gecesi olmayan bir gündüz işler.”
Birbirlerini göz bebeklerinde görecek kadar yakın bulunuyorlardı. Hünkâr, tantanalı kelimelerle anlatamadığı aşkı, hararetli buselerin belagatiyle ve kulaktan değil, dudaktan kalbe inen yolla Hürrem’e hissettirmek üzere bulunuyordu. Fakat kızın göz bebeklerinde beliren kendi çehresini görünce garip bir ürpertiye kapıldı ve kızı yarı yatar vaziyetten ayırarak geri çekildi. Başındaki tuğla ve üzerinde zırhla aşk yoluna girmekten utanmıştı!
Hürrem, dudaklarına kadar yaklaşan sarhoşlatıcı saadetin ansızın uzaklaşmasından şaşırmıştı, açık bir kızgınlıkla hünkârı süzüyordu. Onda henüz işgal edilmiş ve tadı alınmadan kaybedilmiş bir taht hasreti baş göstermiş gibiydi. Hünkârın göz bebeklerinde kendini seyrederek kürenin en muhteşem bir tahtına yükseldiğini tahayyül ediyordu. Şimdi o yükseklikten ayrıldığını görerek elemleniyordu. Fakat zekâsı hissine galip bir mahluk olduğu için kalbine çöken sızıyı sezdirmemeye muvaffak oldu, tabii bir duruma bürünerek sordu:
“Benim güneş olamadığımı siz de anladınız, değil mi efem?”
Hünkâr, çılgın bir tehalük içinde tolgasını attı, zırhını çözüp çıkarmaya koyuldu ve homurdandı:
“Güneşten de parlak olduğunu anladım ve yandım Hürrem!”
Biraz sonra Kızıl Rusya’dan gelen küçük halayık, Osmanlı İmparatoru Sultan Süleyman’ın göz bebeklerinde yıkılmaz bir taht kuruyor ve bu tahtın temellerini СКАЧАТЬ
20
Caus de la creation.
21
Philosophie mystique.