Название: Hürrem Sultan
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-73-0
isbn:
Bu sözleri, Hafsa Sultan’ı muhatap tutarak söylüyordu ve kendini dinleyen de yine oydu. Padişahın bu gevezelikle alakalandığı yoktu, kulağını sağırlaştırarak bütün hassasiyetini gözlerinde toplamıştı, Kırım’dan gelme canlı armağanı süzüyordu.
Kız, şu soyu sopu belirsiz, İstanbul fatihinin düşüremediği Belgrat Kalesi’ni tahta çıkar çıkmaz zapt eden bu genç hükümdarı, Osmanlı İmparatorluğu’nun henüz yirmi yedi yaşında bulunan yegâne hâkimini derin derin meşgul edecek, oyalayacak ve hatta sağır bırakacak bir değerde miydi?
Görünüşe göre hayır. Kızıl Rusya’nın bir köyünde doğmuş, papaz olan babasının İsa namına verilegelen basit sadakalara müstenit dar bütçesine ağır bir yük teşkil ederek yarı aç ve yarı çıplak yaşamış, kiliseyle kulübesi arasında sürünen kısa yoldan başka bir ufuk görmemiş, yazma ve okuma öğrenmemiş olan bu genç kız, üzerinde uzun uzun durulacak hiçbir güzel nokta, hiçbir güzel hat ve hiçbir güzel cephe taşımıyordu. Çirkin değildi, fakat şahane güzellerden de sayılamazdı. Çok beyazdı, etine dolgundu, endamlıydı. Burnunda garip bir hususiyet vardı, yüzüne çevrilen bakışları daha uzaktan yakalamak ister gibi kalkıktı. Şahlanmış bir gurura, canlı ve duygulu bir kıskaca benziyordu. Saçları kalın ve açık kumraldı. O gün, iyi taranmadığı için bu saçlar, henüz çile hâline konmamış bir ipek kümesini andırıyordu. Kalınca dudaklarında hırçın bir kıvrılış, koyu mavi gözlerinde bulutlanmaya müstait gamlı bir sema hâli vardı. Üstüne başkalfanın zoruyla, Bursa işi hareli kumaştan bir kısa kaftan, onun altına sırmalı kadifeden bir yelek giymişti. Ne bu yelek ne ipekli ve üç yırtmaçlı entarisi gümüş göğsünün lekesiz beyazlığını örtüyordu ve omuzlarından bu yarı açık göğse doğru dökülen saçlar, olgun bir aya sarılmış hafif kehkeşan gölgelerine benziyordu.
O sırada henüz kırk beş yaşında bulunan Hafsa Sultan’la bu on yedi yaşındaki Moskof kızı yan yana konulursa geçkin kadın iyi tıraş edilmiş elmas bir top, genç kız da toprak altından yeni çıkarılmış ve yamruluğu yumruluğu giderilmemiş bir yakut parçası gibi görünebilirdi. Biri o kadar olgun, öbürü o kadar hamdı.
Fakat Rus kızında anlaşılmaz bir hayat sırrı, nereden ve ne suretle fışkırdığı belli olmayan bir cazibe vardı. O dardağan saçlara, o gamlı gözlere, o kalkık burna, o kıvrık ve kalın dudaklara, hatta o mühmel kıyafete rağmen bu sır, bu cazibe işi Sultan Süleyman’ı da büyülemiş, tatlı bir hayret içinde bırakmıştı.
Belgrat’ın genç fatihi, dar görünüp de geçit vermeyen berrak, fakat esrarlı bir dere önünde bulunuyormuş gibi mütehayyirdi. Dalgasız, sessiz, hatta ensiz göründüğü hâlde böğründe aşılmaz, geçilmez bir derinlik saklayan bu derenin sırrını yakalamak, özünü bulup ortaya koymak için zekâsını yoruyor, iradesini zorluyordu.
Bu kızın neresi ve nesi güzeldi? Niçin gözlerini ondan ayıramıyordu ve neden yüreği hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı? Genç hükümdar bakışlarını Kırım’dan gelme canlı armağanın gamlı gözlerinden, kıvrık dudaklarından ve bilhassa kalkık burnundan ayırmamakla beraber hep bu sırrı taşıyordu. Kızı güzel bulamamıştı lakin beğeniyordu, candan beğeniyordu, şu kadar ki beğenişinin sebebini anlayamıyordu ve bu idraksizlik onu üzüyordu.
Sultan Süleyman, bakışlarını büyülemiş, yüreğine -eşini görmediği- bir heyecan aşılamış olan şu körpe kızın seksüel bir kudretten ziyade ruhi ve manevi bir kudret taşıdığına iman getirmek üzereydi. Çünkü o, cinsî cazibenin bütün ebadını ölçmüş bir adamdı ve sarayında yaşayan üç yüz kadın da bu ebadı kendisine her gün, her dakika hatırlatıyorlar ve yeni baştan öğretiyorlardı. Bu sebeple Kızıl Rusya’nın şu kumral gülüne bambaşka bir kıymet veriyordu, onda sınanmış hakikatlerden de, hayalî hazlardan da üstün bir zevk kaynağı, bir neşe pınarı, ilahî deragûşlar3 püskürecek bir zekâ ummanı buluyordu.
Fakat bir şeyler söylemek de lazımdı. Küçük bir mırıldanışı kürenin her bucağında sürekli akisler yapan şu ağız, genç bir esir kızın esrarlı cazibesi önünde uzun müddet kapalı kalamazdı. Krallıkları, imparatorlukları ve koca koca kıtaları karşısında eğilir görmek için yaratıldığına inanan bu kafa uzun dakikalar sersem ve meczup eğilip duramazdı. Mutlaka uyanmak, kudretine ve azametine yakışan durumu anlamak lazımdı.
Biraz geç olmakla beraber Sultan Süleyman bu lüzumu kavradı, görünmez bir sihir ocağından tel tel süzülüp kalbinde teşekkül eden meshuriyet ağından iradesini kurtarmaya çalıştı ve tatlı bir rüyadan sıyrılır gibi gözlerini anasına doğru açtı:
“Hakkın var valide…” dedi. “Küçük Rus çok alımlı şeymiş. Tülle örtülü elmasa benziyor. Cirmi, biçimi pek belli olmuyor ama ışığı göz kamaştırıyor. Bu tülü yırtmalı, cevheri açığa çıkarmalı.”
Kırım’dan gelme halayığı bir saray bostancısına layık gören ve bu fikrini açıkça da söylemiş olan başkalfanın korkudan rengi uçup dudakları titrerken Süleyman şu emri verdi:
“Küçüğün ayrı odası, ayrı sofrası, ayrı kalfası ve lalası olacak. Sandığı sepeti, bir hasekiymiş gibi hazırlanacak, üstüne toz kondurulmayacak. Üst tarafını validemle görüşürüm.”
Başkalfa iliğine kadar yayılan korkudan kendini kurtaramamıştı, deminki patavatsızlığı için tayin olunacağını umduğu cezanın tebliğ edilmesini bekliyordu. Hünkâr, onun alık ve biraz da muzdarip beklediğini görünce sesini sertleştirdi:
“Ne duruyorsun be, eksik etek!” dedi. “Küçüğü alıp götürsene.”
Beriki, yeniden hayat bulmuş bir ölü gibi sersem bir sevinçle eğildi ve kekeledi:
“Ayak öpmesin mi efendim? Ummadığı lütfa erdi, dün gelmişken bugün kereminizi gördü.”
Süleyman omuzlarını silkti, Rusyalı kıza baka baka cevap verdi:
“El öpmeyi, ayak öpmeyi ne bilsin yavrucak! Hele dinlensin, dillensin, yanını yönünü öğrensin ondan sonra kendisini saray âdetlerine alıştırırız. Bugünden zavallıyı sıkmayalım, ürkütmeyelim.”
Başkalfa bir kere daha eğilip hünkârı ve anasını ayrı ayrı selamladıktan sonra esir kıza döndü, bir haseki karşısındaymış gibi saygıyla kapıyı gösterdi:
“Buyurun СКАЧАТЬ
3
Deragûş: Düşünce. (e.n.)