Название: Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-79-2
isbn:
“Kelle götürmüyoruz hemşehri. Yavaş çek!”
“Geri dön” diyemediği için “yavaş çek” diyordu. Seher’in sesi billur bir zincir gibi onun benliğini geri çekiyordu. Lakin o sese sarılı bir genç çehre de aynı benliği ileriye itiyordu.
Bu tereddütler, bu iç kargaşalıkları İstanbul’a varıncaya kadar devam etti. Fakat karaya adım atar atmaz bekçinin durumu değişti, gözleri parladı, yüzü sertleşti, adımları kuvvetlendi ve herif, tasarladığı plana göre, hareket ederek Gülhane’ye gidip Hüseyin’i buldu.
“Oğul!” dedi. “Ardıma düş. Seni defterdar efendi ister!”
Mahalle bekçisi gibi değil, bir saray uşağı veya Babıali hizmetkârı gibi davranıyordu. Çünkü katlandığı zahmetin ücretini bolca almak için buna lüzum görüyordu. Hüseyin, dünya işlerine karşı cahil olduğundan ve define meselesinin heyecanından da henüz kurtulamadığından önüne dikilen meçhul kimsenin amir vaziyetine kapıldı, masum bir uysallıkla boyun kırdı.
“Peki ağa.” dedi. “Gidelim.”
O devirde maliye vekillerine defterdar deniliyordu ve devlet erkânından bulunan defterdarlar, Topkapı Sarayı’nın Ayasofya yanındaki kapısından girilince sağa tesadüf eden büyük bir binada iş görürlerdi.
Hazine denilen vezne de o kapının üstündeydi.19 Bekçi, önemli bir suç sahibi olarak -kendi dileği ve kararı ile- yakaladığı Hüseyin’i işte o daireye götürdü, Defterdar Tahir Efendi’nin huzuruna çıkardı.
“Efendim!” dedi. “Eski Baştebdil Kara Süleyman’ın evinden bir define çıktı. Ev sahibiyle şu delikanlı arasında paylaşıldı. Ben işi bugün duydum, hemen İstanbul’a geçip genç suçluyu yakaladım. Ferman senindir.”
Parasızlıktan ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette bulunan defterdar efendi bu haberi duyar duymaz şahlandı, “Berhudar ol oğlum!” diye bekçiyi dille okşadıktan sonra Gülhaneli Hüseyin’i sorguya çekti, vakıayı başından sonuna kadar söyletti.
Delikanlı, özü ve sözü doğru bir insan gibi davranmıştı, tehdide veya işkenceye mahal bırakmadan her şeyi apaçık söylemişti. Hükûmetin bu işe niçin karıştığını takdir edemiyordu. Seher’e bağışladığı servetin tehlikede bulunduğunu kavrayamıyordu. Yalnız yaradılışının ibramına uyarak samimi konuşuyordu. Tahir Efendi bu mertçe harekete meftun olduğundan Hüseyin’in koynundan çıkararak teslim ettiği üç bin kuruşu almadı.
“Bu…” dedi. “Senin hakkındır. Güle güle harcet. Biz kendi hakkımızı Kara Süleyman’dan alırız.”
Ve başbakı kulunu20 çağırtarak emir verdi:
“Tiz, Üsküdar’a geç. Şu bekçinin sana göstereceği adamı bul. Hık mık demesine meydan verme. Topraktan çıkardığı defineyi elinden al, buraya getir!”
İki saat sonra Kara Süleyman çalyaka edilerek Üsküdar mahkemesine getirilmişti. Başbakı kulunun önünde uzun uzun isticvap ediliyordu. O, felaketin nereden geldiğini kavrayamadığı ve Gülhaneli Hüseyin’in ele geçip her şeyi açığa koyduğunu da bilmediği için tegafül21 yolunu tutmuştu, hakikati boyuna inkâr ediyordu. Fakat bekçi ortaya getirilerek duyduğu muhavere22 hikâye ettirilince ve hele Hüseyin’le yüzleştirilince sarsıldı, derin ve ızdıraplı bir hayret içinde yutkunmaya koyuldu. O iki şahit kendisini pek müşkül bir duruma düşürmüşlerdi. Bununla beraber para hırsından aldığı kuvvetle gene inadında ısrar etti.
“Bunlar…” dedi. “Yalan söylüyorlar. Ben ne define buldum ne hazine! İsterseniz evimi arayın. Kendi paramdan gayri bir nesne bulursanız ananızın sütü gibi helal olsun.”
Başbakı kulu kötü kötü güldü:
“Evini arayacağız, gerekli görürsek temelini bile kazacağız. Lakin sana düşen doğruyu söylemektir, bizi yormamaktır. Gel, insaf et, beytülmalin hakkını gene beytülmale ver. Mümkün ki, defterdar efendi merhamet buyurur, sana defineden bir hisse verir. Eğer inadından dönmezsen büsbütün sıfrül’yed (eli boş) kalırsın.”
Kara Süleyman, koca bir defineyi kuru bir yaygara ile elden çıkarmaya yanaşmadığından başbakı kulu dört beş muhzırla23 kendi muavinlerinden birini eve yolladı, Gülhaneli Hüseyin’in delaletiyle bakır kavanozun çıktığı yeri keşfettirdi ve Kara Süleyman’ı yeni baştan sıkıştırdı. Şimdi vaziyet büsbütün ciddileşmişti, araya işkence girmesi ihtimali de yüz göstermişti. Bu sebeple adamcağız bahtına boyun eğdi, içi yana yana ve gözleri sulana sulana hakikati söyledi:
“Evet, bir define bulduk. Lakin bulduğumuz mal benim için helaldir. Çünkü bahçemden çıkmıştır. Tanrı armağanıdır. Defterdar efendinin ona el koymaya hakkı yoktur. Eğer definemi gasp ederseniz şevketlu hünkâra arzuhâl sunup adalet isterim; başınıza felaket getiririm.”
Bu sorgular, bu çekişmeler ve Kara Süleyman’ın evinde yapılan incelemeler sırasında Gülhaneli Hüseyin’in idraki derece derece aydınlandığından o da azap ve ızdırap duyuyordu. Çünkü kim olduklarını ve nasıl bir hakla şunun bunun malına el uzattıklarını kestiremediği maliyecilerin Kara Süleyman’dan bir define gasp etmekle kalmayıp Seher’in süsünü, neşesini, belki gözündeki tebessümleri çalmak üzere bulunduklarını anlıyordu.
Definenin çıktığı yeri tespit için eve gittikleri sırada Seher’in sesini duymuş ve evden ayrılırken mutfak kapısı aralığından onun kendisini uzun bir bakışla kucakladığını görüp bahtiyar olmuştu. Şimdi o sese bulaşacak elemi düşünerek üzülüyor, başbakı kuluna karşı isyan etmek istiyordu.
Fakat azabı içinde, ızdırabı içinde kaldı. Ağzını açıp tek bir kelime söyleyemedi. Hatta “define” diye anılan servet, Kara Süleyman’ın evinden -gene mahut kavanoza doldurularak- mahkemeye, oradan da İstanbul’a taşınırken aklını kaybetmek derecelerine gelmiş olan eski baştebdil zavallısını teselli bile edemedi, başını göğsüne eğerek ve artık gamlı bir simaya bürülü imiş gibi tahayyül etmeye başladığı Seher’i mahcup bir vicdanla seyre dalarak Üsküdar’dan uzaklaştı. Damarlarında dolaşan kanın her katresini bir yakut tanesi yaparak, genç ömrünün her saniyesini bir elmas parçasına çevirerek Seher’e sunmak ve onun kaybettiği servetle şetareti bu suretle geri getirmek istiyordu. Lakin dileğinin neticesiz bir hayal olduğunu düşününce iliğine kadar melale kapılıyordu, avare avare sokakları aşıyordu.24
Kara Süleyman, dağbaşında soyulmuş bir adam şaşkınlığı geçiriyordu. Gerçi çakşırı üstünde, saltası sırtında, külahı başındaydı. Fakat çıplak, tamamıyla çıplak kalmış gibi titretici bir hayretle Üsküdar mahkemesi önünde sendeleyip СКАЧАТЬ
19
Defterdarlık Dairesi -Maliye Nezareti adını aldıktan sonra- 1866 yılında yandı. Kapının üzerinde bulunan ve vezne olarak kullanılan köşk daha önce yıktırılmıştı. Meşhur Nafiz Paşa’nın maliye nazırlığı sırasında bu hazine dairesinin, içindeki paraların ağırlığına dayanamayarak yıkılacağı hakkında Babıali’ye tezkere yazıldığı tarihlerde görülüyor. Fakat bu paralar beşlik ve metelikti!.. (y.n.)
20
Başbakı kulu: Maliye başmüfettişi. (e.n.)
21
Tegafül: Anlamazlıktan gelme. (e.n.)
22
Muhavere: İki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşma. (e.n.)
23
Muhzır: İlgililerin mahkemede bulunmalarını sağlayan görevli.
24
Cevdet Paşa bu define vakasını kendine has olan üslupla şu biçimde anlatıyor: “Eski Sadrazam Abdullah Paşa’nın baştebdili Kara Süleyman Medine-i Üsküdar’da Valide-i Atik Camii Şerifi civarında kain hanesinin bahçesini garsi eşçar garazile bir bağcıya belletirken bir kavanoz dolusu altın zuhur ettikte sahibi hane kavanozu ihraçta istical ve bağcı dahi hakkı sükût talebinde olarak biraz niza ve cidalden sonra üç bin kuruşa muadil altına ikna ederek bakisini alıp ve derunü haneye getirip, zevcesiyle birlikte ket-mü ihfa etmişler. Kadınlar ise ekseriya sır saklamadıklarından Kara Süleyman’ın zevcesi dahi bu sırrı ketmedemeyerek ferdası komşusu bir kadına pencereden hitap ile ‘Canım hanım, sakın kimseye söyleme. Bizim bahçeyi kazdırırken define bulduk.’ diye yüksek sesle kaziyyeyi hikâye ederken mahalle bekçisi işittikte ol bağcıyı bulup, birlikte defterdar efendiye götürmekle başbaki kulu ağa Üsküdar mahkemesine varıp Kara Süleyman’ı ihzar ve iptida tenhaca ve badehu bekçi ve bağcı müvacehelerinde istintak eyledikte, inkâr eylemiş ise de hanesine varılıp, kavanoz mahalli muayene olundukta, inkâra mecali kalmadığından, kavanoz defterdar efendi huzuruna götürülerek zeri mahbup ve yaldız ve Macar cinslerinden zuhur eden altınlarla birkaç kıt’a murassa hulyi nisa tadat olundukta, yüz elli bin kuruşa (kuruş bugüne göre lira demektir) muadil gelerek darphaneye gönderildi. Bağcıya ve bekçiye münasip miktar atiyye verildi.” (Cevdet tarihi, c. 12, s. 140)