Название: Bahar ve Kelebekler
Автор: Омер Сейфеддин
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-605-121-954-7
isbn:
“ Yağlarımız sahici yağ değildir ki.” dedi. “Ayrı bir fabrika vardır. Lokantalara mal verir. Bu fabrika, kapısından bir dirhem süt, bir dirhem et girmeden yüzlerce okka yağ çıkarır. Ama neden yaparlar bilmem. Bu onların sırrı… Fakat mideyi zaçyağı gibi bozar.”
Her sabah yemeğinde büyük büyük lokmalarla yuttuğum nefis omletleri hatırladım.
“Ya yumurta.” dedim.
Güldü:
“Gel!” diye beni mutfağın nihayetindeki kilere götürdü. Elektrik düğmesini çevirdi. Birden parlayan aydınlık içinde birçok çuval, gaz tenekesi, fıçı gördüm. Bu tenekelerden birinin kapağını kaldırdı. Gösterdi. Sarı, yağ gibi bir madde idi.
“İşte omletlerin yumurtaları…”
“Aa…”
“Evet.”
“Bunlar ne?”
“Sözüm ona yumurta işte! Balıkçılar, Hayırsızada’dan martıların filan yumurtalarını toplarlar. Kırıp kırıp tenekelere doldururlar. Getirip lokantalara toptan satarlar.”
“Vay!”
“Evet.”
Akşama kadar sanatın yan esrarını bana anlattı. “Lokantacılıktan maksat elâlemi doyurmak değil, kendini doyurmaktır.” diyordu. Havyara varıncaya kadar neden yapıldığını öğrendim. Okkasını sekiz on liraya yediğimiz o nefis havyarlar, meğerse hep öküz dalağından yapılırmış. Hele bir portakal şurubu reçetesini tarif etti… “Kavunların çürük tarafı çıkarılıp sıkılacak bu koku için. Helvacıkabağının kabukları renk için… Biraz da asit… Sonra alabildiğine su babam su…” Tatlılar için münhasıran sakkarin kullanıyorlarmış. Maydanozlar, salatalar, hasılı önümüze ne gelirse, bizim zannettiğimiz şeylerden pek başka, pek hasis maddelerden yapılıyordu. Nihayet dayanamadım:
“Pekâlâ usta…” dedim. “Bu kadar fena zahire ile bu kadar lezzetli yemek nasıl yapılıyor?”
“Bu da bir sırdır!” diye güldü. Sonra onu öğretti. Ah, keşke yalnız bu sırrı öğrenmeseydim! Bir kumanda verdi:
“Etrafına bak!”
…
Bir göz gezdirdim. Tabaklar, satırlar, bıçaklar, hasılı bin türlü alet, edevat… Kıyma makineleri, tazyik kapları…
“Belki ev mutfaklarında olan bir şey yoktur, onu bul bakayım…”
Aradım, aradım. Bulamadım. Ev değil, saray mutfağı bile alet, edevatça buranın yanında fakir kalırdı. Ben düşüne düşüne bakarken usta sabredemedi. Sanatın sırlarını acemi bir çırağa ifşa etmekten doğan bir neşeyle güldü:
“Sabun be.” dedi. Hakikaten ortada hiç sabun yoktu. Sonra buranın yemeklerindeki meçhul tadın, hani evlerde bir türlü verilemeyen tadın korkunç esrarını söyledi:
“Kaplar hiç yıkanmaz, her eski yemeğin artığı yeni yemeğe karışır. Bu, işte bir nevi mayadır, o tat buradan gelir.”
Ertesi gün, ayda bana doksan lira kâr getirecek işime gitmediğimi söylemeye hacet yok sanırım. Server’ciğim, o vakitten beri beni davet ettiğin “Abey dor ”a da veda ettim. Annemin köşküne geldim. Şimdi Sudanlı dadımın pişirdiği temiz yemekleri yiyorum. Fakat bunlar hakikat kadar tatsız… Ah, ne olurdu, yine karanlık içinde yaşasa idim, oburluk cennetinin içinde… Artık İstanbul’da bir işim oldu mu, gündüzleri sadece zeytin ekmeğe kanaat ediyorum. Çünkü Kozmos’un mutfağı hayalimdeki o şairane, o temiz, o masum mandıraları da berbat etti. Vallahi peynir bile yiyemiyorum!
ELMA
Ateşin, hummalı, şedit muhabbetler iftiraksız bir rabita-i vefanın yakarak yelpazeleyen hararetli kanaatleri altında söndükten sonra, aşkın o nuşin ve muhrip heyecanları, fasılasız nöbetleri ebedi ve mutlak bir rahik-i malikiyetle tatmin ve tedavi olunduktan sonra duyulan sükûn-ı nekahat… Ah, bu taab-ı hayal ne kadar mahzun ve tatlıdır, bilir misiniz? Biz de Suzon’la, bu sahih ve genç artistle günlerce, haftalarca, aylarca, hatta yıllarca seviştikten sonra yorulmuş, hastalanmış, bitap kalmıştık. Evvela yataklarımız, sonra odalarımız ayrılmıştı. Artık geceleri geç vakte kadar benim odamda beraber oturuyor, ben yarın dershanede talebelerime yazdıracağım notlarla, meselelerimi tertip ile uğraşıyor, o daima müteheyyic ve mütelezziz olmak için meşhun-ı sevda ve zührevi romanlarını mütalaaya dalıyordu. Mahaza ayrılamıyorduk… Tedfin ettiğimiz aşk-ı mukaddesin matem-i hatıratı bizim için o kadar muazzezdi ki, bir gecelik iftirak, gayrikabili halas bir azab-ı vicdani bırakacak bir günah olabilirdi. Yemeklerimizi karşı karşıya yerdik. Ve bizi samimi ve sade soframızda bir yabancı görseydi, mutlaka bunamış iki kardeş zannedecekti. Evet, aşkla ihtiyarlamıştık. Ruhumuz sanki mefluç idi. İşte yine bir sonbahar akşamı ufacık yemek odamızda sade yemeklerimizi batî bir sükun içinde yiyorduk. Küçük, billur yemişlikten iri ve kırmızı bir elma almış, bıçağımla soyuyordum. Nasıl oldu bilmem, gözüm Suzon’a kaçtı. Bana gittikçe uzun görünmeye başlamış olan narin burnu sanki daha ziyade uzamış, kaşları daha ziyade incelmiş, boynu daha ziyade zayıflamıştı. Ve gözlerini garip ve şedit bir dalgınlıkla soyduğum elmaya dikmiş, kırpmadan bakıyordu. Gayriihtiyari sordum:
“Ne daldın azizem öyle?”
“Hiç…” dedi. Fakat ikazımdan muzdarip olduğunu yüzünden anladım. Önündeki bardakla oynamaya başladı. Ben yine elmamı soyuyordum. Boş ve mütereddit bir dakikayı sükût geçti. Sonra tuhaf ve garip bir sesle dedi ki:
“Bu elma sana bir şey ihsas etmiyor mu sevgilim? Sana kıymettar bir hatırayı yâd ettirmiyor mu?”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.