Caddedeki poster, rüzgârın etkisiyle açılıp kapandığında İNGSOS kelimesi bir görünüp bir kayboluyordu. İngsos. İngsos’un kutsal ilkeleri şu şekildeydi: Yenikonuş, çiftdüşün, geçmişin susturulabilirliği… Denizin dibindeki ormanlarda başıboş gezinir gibiydi. Kendisinin canavarın ta kendisi olduğu, canavarca bir dünyada kaybolmuş gibiydi. Yapayalnızdı. Geçmiş ölüydü ve gelecek hayal edilemezdi. Şu anda hayatta olan ve kendisiyle aynı fikirleri taşıyan bir tane bile insan olduğundan emin değildi. Parti’nin tahakkümünün SONSUZA kadar sürmeyeceğini nasıl bilebilirdi? Gerçek Bakanlığı’nın binasının beyaz yüzeyinde yazan üç slogan, bu sorusuna cevap verir gibiydi.
Cebinden yirmi beş sent çıkardı. Aynı sloganlar, küçük ve net harflerle madenî paranın üzerine de işlenmişti. Paranın diğer yüzünde ise Büyük Birader’in başı vardı. Paranın üzerindeki gözler dahi bakan kişiyi takip eder gibiydi. Bu gözler bozuk paraların, pulların, kitap kapaklarının, bayrakların, posterlerin, sigara paketlerinin üzerindeydi. Kısacası her yerdeydi. Gözler, her zaman takipteydi. Ses de insanın etrafını sarıyordu. Uyurken, uyanıkken, çalışırken, yemek yerken, içeride, dışarıda, banyoda, yatakta her yerdeydi. Kafatasınızın içindeki birkaç santimetreküplük küçücük bir alan dışında, size ait olan hiçbir şey yoktu.
Güneş yerini değiştirmişti ve Gerçek Bakanlığı’nın çok sayıda penceresinin üzerine ışık vurmuyordu artık. Bu pencereler, bir kalenin mazgalları misali kasvetli görünüyorlardı. Piramit şeklindeki devasa yapının karşısında ümitsizliğe kapıldı. O kadar güçlüydü ki hücum etmek imkânsızdı. Bin tane roket bombası bile yıkmayı başaramazdı. Bu günlüğü kimin için yazdığını düşündü bir kez daha. Gelecek için, geçmiş için… Hayali bir çağ için… Karşısında duran şey ise ölüm değil, yok olmaydı. Günlük kül olacak, kendisi ise buharlaşacaktı. İçinde yazanları sadece Düşünce Polisi okuyacak. Okuduktan sonra da ortadan kaldıracaktı. Size dair tek bir izin, bir parça kâğıda isimsizce karalanmış birkaç sözün dahi fiziki olarak yaşamasının mümkün olmadığı bir dünyada, geleceğe nasıl seslenebilirsiniz ki?
Tele-ekranın saati on dördü vurdu. On dakika içinde çıkmak zorundaydı. On dört otuzda, işe dönmüş olmalıydı.
Nasıl olduysa saatin çalması, tuhaf bir şekilde onu yüreklendirmiş gibiydi. Kimsenin duymayacağı bir gerçeği söyleyen, yapayalnız bir hayaletti Winston. Ancak bu gerçeği söylemeye devam ettiği müddetçe, devamlılığı belirsiz bir şekilde de olsa kesilmemiş olacaktı. İnsanlığın mirasını taşımanın yolu, sesini duyurmaktan değil, aklını muhafaza etmekten geçiyordu. Tekrar masaya döndü. Kalemini mürekkebe batırdı ve şunları yazdı:
Geleceğe ya da geçmişe, düşüncenin özgür olduğu bir zamana. İnsanların birbirlerinden ayrı olduğu ve tek başına yaşamadığı zamana, gerçeğin var olduğu ve ortadan kaldırılamayacağı bir zamana:
Tekdüzeliğin çağından, yalnızlığın çağından, Büyük Birader’in çağından, çiftdüşünün çağından selamlar!
Çoktan öldüğünü düşündü. Asıl şimdi, yani düşüncelerini belirgin bir şekilde ifade etmeye başladığı anda, kesin bir adım attığını hissediyordu. Her eylemin sonucu, eylemin ta kendisine dâhildi. Şöyle yazdı:
Düşüncesuçu ölüme sebep olmaz. Düşüncesuçu ölümün ta KENDİSİDİR.
Artık kendisini ölü bir adam olarak görüyordu ve önemli olan şey, mümkün olduğunca hayatta kalmaktı. Sağ elindeki iki parmağında mürekkep lekesi vardı ve kendisini ele verecek olan işte böyle detaylardı. Bakanlık’taki işgüzar bir yobaz -muhtemelen bir kadın, ufak tefek açık kumral saçlı kadın ya da Kurgu Bölümü’ndeki siyah saçlı kız gibi biri- öğle arasında neden yazma gereği duyduğunu merak edebilirdi. Neden eski usul bir kalem kullanma gereği duyduğunu, NE yazdığını sorgulayabilirlerdi. Daha sonra gerekli yerlere çıtlatabilirlerdi. Banyoya gitti ve koyu kahverengi pütürlü sabunla elindeki mürekkebi dikkatlice ovaladı. Bu sabun cildini zımparalıyor gibiydi ve bu sebepten o anki amacına oldukça uygundu.
Günlüğü çekmeceye kaldırdı. Onu saklama düşüncesi, oldukça yersizdi. Ancak bu şekilde, en azından onu bulup bulmadıklarını anlayabilirdi. Sayfa arasına yerleştirilmiş bir saç teli, çok belli olurdu. Bunun yerine, beyazımsı tozdan bir tutam aldı ve kapağın köşesine sürdü, eğer kitap hareket ettirilirse toz dökülmüş olacaktı.
3
Winston rüyasında annesini görüyordu.
Annesi ortadan kaybolduğunda on on bir yaşlarında olduğunu tahmin ediyordu. Annesi uzun boylu, endamlı, oldukça sessiz bir kadındı. Hareketleri yavaştı ve şahane sarı saçları vardı. Babasının ise esmer, zayıf, her zaman temiz ve koyu renkli kıyafetler giyen gözlüklü bir adam olduğunu güç bela hatırlıyordu. (Winston, babasının ince tabanlı ayakkabılarını özellikle hatırlıyordu.) Anne ve babası, belli ki ellilerdeki ilk büyük temizliklerden birinde yok edilmişlerdi.
O sırada annesi, kucağındaki küçük kız kardeşiyle beraber altındaki derin ve karanlık bir yerde oturmaktaydı. Kız kardeşine dair hatırladığı çok az şey vardı. Minicik zayıf bir bebekti. Her zaman sessizdi ve kocaman dikkatli gözleri vardı. İkisi de Winston’a bakıyordu. Yer altında bir yerlerdeydiler. Bu yer, kuyunun dibi de olabilirdi, derin bir mezar da… Ancak her hâlükârda kendisinden oldukça aşağıdaydılar ve gittikçe daha da derinlere batıyorlardı. Batmakta olan bir geminin salonundaydılar ve kararmaya devam eden sulardan Winston’a bakıyorlardı. Salonda hâlâ hava olduğundan birbirlerini görebiliyorlardı. Ancak bu süre boyunca, yeşil sularda batmaya devam ediyorlardı ve iyice batıp gözden kaybolmaları an meselesiydi. Onlar ölümün derinliklerine doğru gömülürken Winston, ışıklı ve hava alan bir yerdeydi. Onların aşağıda olmasının sebebi, Winston’ın yukarıda olmasıydı. Hem Winston hem de annesi ve kardeşi bunu biliyorlardı ve Winston, bunu bildiklerini yüzlerinden okuyabiliyordu. Yüzlerinde ya da kalplerinde sitem yoktu. Winston’ın hayatta kalabilmesinin yolunun, onların ölmesinden geçtiğini biliyorlardı ve bu durumun hayatın akışında kaçınılmaz bir şey olduğunun farkındalardı.
Ne olduğunu hatırlayamıyordu. Ancak rüyasında annesinin ve kız kardeşinin yaşamının kendi yaşamı için bir şekilde feda edilmiş olduğunu biliyordu. İçinde rüyalara özgü sahnelerin olduğu ancak kişinin zihinsel yaşamının devamı niteliğini taşıyan, görüldüğü sırada bazı gerçeklerin ve fikirlerin farkına varılan, fark edilenlerin uyandıktan sonra dahi yeni ve değerli gibi geldiği o rüyalardan biriydi. O sırada Winston’ı aniden sarsan şey, annesinin yaklaşık otuz yıl önceki ölümüydü. Annesini artık söz konusu olmayan trajik ve hüzünlü bir şekilde kaybetmişti. Ona trajedi gibi gelen annesinin vefatının hâlâ mahremiyet, sevgi ve dostluk gibi kavramların olduğu ve aile üyelerinin sebebe ihtiyaç duymadan da birbirlerinin yanında bulunduğu o antik zamanlarda gerçekleşmiş olmasıydı. Annesinin hatırası, yüreğini paramparça etmişti çünkü kendisini severken öldüğünü biliyordu. Hâlbuki o sıralarda, aynı şekilde sevgisine karşılık veremeyecek kadar küçük ve bencildi Winston. Nasıl olduğunu hatırlayamasa da annesi, СКАЧАТЬ