Türk Dünyasında Tarihi Roman ve Milli Kimlik. Orhan Söylemez
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Türk Dünyasında Tarihi Roman ve Milli Kimlik - Orhan Söylemez страница 8

Название: Türk Dünyasında Tarihi Roman ve Milli Kimlik

Автор: Orhan Söylemez

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6494-67-1

isbn:

СКАЧАТЬ Rahim’e Osmanlı’ya esir düşen Behruze Hanım’dan Şah’a haber getirdiğini söyler. Bunu duyan vezir, Lala’nın Şah’la görüşmesini sağlar. Şah, vezirine her şeyi anlatmıştır, bu yüzden ikisi de endişelidir. Lala ile görüşeceği gün Şah’ın eşi Taçlı Hanım, rüya gördüğünü, iyi şeylerin olmayacağını söyleyerek, ağlar.

      Rüya da her iki hikâyenin önemli öğelerinden biridir. Dede Korkut’un rüyaları, Nur Taşı’nın ona verdiği ilham, efsanelerin vazgeçilmez detaylarındandır. Taçlı Hanım’ın da gördüğü ve Şah’ın sonunu gösteren bu rüya, romanın gerçeküstü unsurlarındandır. Rüyaların tersi çıktığı söylense de Taçlı Hanım’ın rüyası, romanda anlatılan “gerçek hayata” yansır.

      Lala Hüseyin, Şah ile karşılaşınca onun Hızır olduğunu hemen anlar. Şah İsmail’e ne olduğunu sorunca Hızır, başından geçenleri, çadırda yaptığı konuşmayı, savaşa gidişini, her şeyi anlatır. Lala, duyduklarına inanmak istemez ve ona karşı sert çıkışlarda bulunur. Eski mazlum, sessiz Hızır, eline güç, iktidar geçince Lala’ya; “Sus artık! Haddini bil! O günler geçti. Şimdi Şah benim. Bir tek emrim, bir tek el işaretim… Anla artık, bir tek bakışım yeter, seni…” (s. 262) Lala Hüseyin, karşısında duran Hızır’ı bir türlü Şah olarak, kabul edemez. Ne var ki, onu kendi yetiştirmiş, bugünlere gelmesinde önemli pay sahibi olmuştur. Lala;

      … Demek ki on yıldır sen Şah’sın! Seni, o harabe köyden alıp getireceğime keşke Allah beni öldürseydi. Seni ben yarattım. Şah’a bak sen! Yani sen mi Şah’sın? Sen çoktan ölmesi gereken bir melunsun… Sen! (s. 269)

      deyip Hızır’ı kuşağından çıkardığı hançerle öldürür. Kapı kilitli olduğundan kendinden emin bir şekilde tahtın yanında olan duvarın üzerinde asılı halıyı kaldırır. Duvarı iteleyerek, geri çekilir. Duvar hareket eder ve aralanır; Lala, aşağı doğru giden merdivenlerden inmeden önce arka taraftan yine mekanizmayı çalıştırır. Ortada hiç delil veya bir işaret bırakmaz. Kapının kilidini açıp içeri giren vezir gördüklerine inanamaz. Şah, yerde kanlar içinde yatar, ama dışarı çıkması imkânsız olan Lala ortada yoktur. Yüzbaşı ile ne yapacaklarını şaşırırlar ve vezir, Şah’ın hançer darbesi ile değil de hastalıktan öldüğünü duyurmanın daha iyi olacağına karar verir. Hançeri saplandığı yerden çıkarır ve üzerini örter. Böylece Şah’ın ölüm şekli herkesten saklanır. Yazar, “Şah İsmail ibn Haydar ibn Cüneyd Safevi Hicri 930 yılının Recep aynın 27’sinde öldü” diye not düşmüştür, ama gerçek Şah’ın nerede, nasıl öldüğü bir muammadan ibarettir.

      Romanın ikinci hikâyesi de burada görüldüğü gibi, Şah’ın yerine geçen Hızır’ın Lala tarafından öldürülmesi ile sonuçlanmaktadır. Kemal Abdulla, kitabın sonunda araştırmacının ağzı ile “Acaba Şah İsmail’le ilgili metinle Korkut’un metni arasında bir paralellik, gizli de olsa bir ilişki var mı, yoksa?” şeklinde bir soru sorar. (s. 290)

      Eksik El Yazması parçaların bir bütün oluşturduğu, eksik de olsa resmin ana hatlarını belirleyen bir yapboz şeklinde kurgulanmıştır. Kemal Abdulla, Bayındır Han ile Şah İsmail arasında kurduğu yakınlık sayesinde bir lider profili çizmektedir. Yazar, alt metinde “gücün” altını kalın çizgilerle çizmiştir. Güç, bir ulusa, bir insana egemenlik hakkı ile bir devamlılık duygusu vermektedir. Tepegöz’ün birdenbire ortaya çıkıp, ordularıyla Oğuz’a tehdit oluşturması; Basat’ın zekâsından ve Kağan Aslan’dan aldığı güç ile Tepegöz’ü yenmesi önemlidir. Tepegöz’ün çeşitli kılıklara girerek, Basat’ı aldatma çabaları dikkate değer bir ayrıntıdır. Çünkü Basat’ın zayıf tarafı sevdikleridir, Tepegöz de bunu kullanmayı iyi bilmiştir.

      Eksik El Yazması adlı kitap okuyucuyu bir zaman yolculuğuna davet etmektedir. Ortaya attığı sorularla gerçeklere ulaşma yoluna zemin hazırlarken, aynı zamanda tarihî kişilikleri yeniden şekillendirmiştir. Bu, tarihi saptırma olarak algılanmamalıdır, çünkü Kemal Abdulla tarihi bir belgenin çevirisini yapmamış, tarihî kimlikleri yeniden şekillendirerek, kurmaca bir hikâye yaratmıştır.

      Doğu Illinois Üniversitesi öğretim üyesi Sarah Johnson, the Associated Writing Programs’ın Mart 2002’de düzenlediği yıllık konferasında bir panelde yaptığı konuşmada “tarihî roman” tartışmasını konu olarak incelemiştir. Konuşmasında, 2002’den önceki son birkaç yılda konu üzerinde hem yazarların hem de okuyucunun ilgisinin arttığına dikkat çektikten sonra şunları söylemektedir:

      Tarihî edebî eserin amacı, her ne kadar roman o havayı verse bile okuyucuya geçmiş bir zaman dilimindeki hayatı olduğu gibi göstermek değildir. Aksine, tarihî edebî eser yazanlar kendi yeteneklerini tarihî kurgulamaya değil olay veya zamanı aktarmayı başaran ve kendi perspektiflerinden bizim anlayacağımız şekilde konuşan aktörler üzerine yoğunlaştırırlar ki bu da geçmiş ve hâlihazır arasındaki farkı (veya paralelliği) anlamamıza yardımcı olur. Bir başka tarihî roman tanımı da “geçmişte kurgulanmış fakat hâlihazıra ait temalara vurgu yapan roman/hikâye”dir.20

      Buradan hareketle bu romanı da tarihî olarak addetmek mümkündür. Zira yazar birbirine paralel olarak giden iki hikâyeyi de tarihin derinliklerinden çıkarmış ve okuyucuya gün ışığında sunmuştur. Yazarın amacının o dönemdeki hayatı olduğu gibi aktarmak olduğunu söylemek güçtür, hatta imkânsızdır. Fakat yazarın tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış bu iki olayı anlatarak hâlihazırda topluma yön veren liderlerin dikkatine sunmak istediğini düşünmek mümkündür.

      Nitekim romanda sıkça vurgulanan güç temasını yazarın kendinden aldığı görülmektedir, çünkü yeni bir şey yaratmak güç gerektirir. Romanın üzerine kurulduğu geniş zaman dilimleri, büyük bir ustalıkla sarmallanmış ve kitabın gidişatını tek düzeylikten kurtarmıştır. Bu da romana ayrı bir ritm kazandırmıştır. Böylece üsluptaki ahenk şeklen de kitaba yansımıştır.

      Kemal Abdulla, yazmalara geçmeden önce üç ayrı önsözle, düşüncelerini, içinde bulunduğu karmaşayı, zihninde oluşan soruları ve neden bu yolculuğa çıktığını açıklamaya çalışmıştır. Romana bağlı ve bir o kadar da bağımsız olarak yazdığı bu bölümlerin sonunu da şu dilekle bitirmiştir: “Allah bilmeyenleri bilenlerin gazabından korsun.” (s. 27) Yazar, bu romanla bilenleri ve bilmeyenleri ortak bir noktada buluşturmak istemiştir. Bunu da insanın merak duygusunu körükleyerek, başarmıştır.

      Burada da belirtildiği gibi yazarın maksadı “merak” uyandırmaktır. Bu kitabı okuyanlarda Dede Korkut hikâyelerini yeniden okuma ihtiyacı doğacaktır; zira kitapta anlatılan, bilinen Dede Korkut hikâye kahramanlarından çok daha farklı kişiler olarak ortaya çıkmaktadır. İsimler aynıdır, tarihî ortam yaratılmıştır, fakat burada zikredilen kahramanlar, masalların, destanların, efsanelerin “düz kahramanlarına” benzemezler. Onlar, zaaflarıyla, hırslarıyla, kıskançlıklarıyla, sevgi ve nefretleriyle, içten hesaplarıyla ayakları yere basan ve dünyada yaşayan birer insandır. Hatta bunların içinde Dede Korkut daha da çarpıcı bir tarzda çizilmiştir.

      Eser birbirine geçmiş katmanlardan oluşmaktadır. Yazar, olayları tek anlatıcı olarak değil birinci tekil şahıs ağzıyla anlatmaktadır. Sonra Dede Korkut devreye girer. O, Bayındır Han’ın beyleri sorguya çekmesi sırasında huzurda bulunur ve Bayındır Han’ın kendisine yüklediği “konuşulanları СКАЧАТЬ



<p>20</p>

Sarah Johnson. “What Are the Rules for Historical Fiction?” http://www.historicalnovelsociety.org/historyic.htm (10 Şubat 2010)