Orhan Amca’yla bu ilk münasebetimizin arkası çabuk geldi. Bize gelişinden birkaç gün sonra kardeşimin dört tekerlekli bisikletinin, yerinde bir türlü durmayan zinciri yine atmıştı. Onun mızırtılarının eşliğinde yapmaya çalışırken elim, kolum, üstüm, başım bisiklet yağı olmuştu. Ama yine de o zinciri bir türlü yerine yerleştirememiştim. Biz bisikletin altıyla, üstüyle uğraşırken nerden çıktıysa birden Orhan Amca yanımızda beliriverdi. “Bakayım şuna” deyip ters dönmüş bisiklete eğildi, zinciri evirdi çevirdi, yerleştirmeye çalıştı. Bakışları ve hareketleri her zamankinden daha canlıydı. Sonunda “Bunun işi bitmiş.” deyip apartmanın bodrumunda depo gibi kullandığı yerden başka bisikletten çıkarılmış bir zincir getirdi, kardeşimin bisikletine taktı. Sonra da bir güzel yağladı. Kardeşim bisikletle deneme turları atarken Orhan Amca elinin kirini temizliyor ve yüzünde ilk kez gördüğüm hafif bir tebessümle onun arkasından bakıyordu. Her şeyin yolunda olduğunu görünce “Borcumuz ne kadar?” diye sordum. Orhan Amca gözlerini bisikletten bana çevirdi, iki omzumdan tutup “Ne borcu çocuk! Ölünce arkamdan Fatiha okusan yeter.” dedi ve malzemelerini toplayıp gitti.
TOKAT
Kapıyı tıklatıp içeriden gelecek cevabı beklemeden açtım:
– Günaydın Müdür Bey. Beni çağırmışsınız.
– Günaydın. Buyurun.
Masanın önünde duran iki deri koltuktan birine oturdum. Müdür vereceği evraka son kez bakıp bana uzatırken:
– Tebrik ederim. Stajyerliğiniz kalkmış. Üstelik iyi bir puanla. Sonuçlar bugün geldi, dedi.
Bir yıllık stajyerliğim nihayet tamamlanmıştı. Çok sevindim. Kurslar, sınavlar en önemlisi de bunların stresi sona ermişti. Gerekli yerleri imzaladıktan sonra tebrik için uzattığı elini sıkarken Müdür Bey söylemeden geçemedi:
– Artık bunu kutlarız. Güldüm:
– Tabi tabi. En kısa zamanda.
O gün okulda nöbetçiydim. Bu yüzden okula herkesten önce gelmiştim. Boş koridorda dolaşırken müdürün verdiği haberden sonra, bir yıldır çalıştığım bu okula farklı bir gözle bakmaya başladım. Tam o anda bu okulun gerçekten benim okulum olduğunu hissettim. Duvarlar, duvarlardaki panolar beni kucaklıyordu. Sevilen birini sahiplenir gibi elimi duvarlarda gezdirdim bir süre.
İçim içime sığmıyordu. Mesleğe ilk adım attığım günden daha heyecanlıydım. Madem bu güzel köy okulunun bir öğretmeni de bendim artık o zaman burası için canımı dişime takmalıydım. Yapacağım işlerin heyecanı içindeyken tören için zil çaldı. İçerideki, dışarıdaki bütün çocuklar bahçede toplandılar.
Yaz tatiline bir aydan az bir süre kalmıştı. Baharın, ılıklığını iyice hissettirdiği günlerdi. İnsanların içine işleyen rehaveti biz, öğretmenler olarak, görmezden geliyor; okulun ilk açıldığı günkü dinçliğimizi muhafaza etmeye çalışıyorduk. Çünkü öğrencilerde gözle görülür bir gevşeme vardı. Bu, sadece derslerde değil, törenlerde bile göze çarpıyordu.
Nöbetçi öğretmen olduğum için o gün töreni ben idare edecektim. Üç kez “rahat – hazır ol” komutu verdikten sonra çocuklar ancak kendilerine gelmişlerdi. Müdür Bey de okulun düzeniyle ilgili yaptığı kısacık konuşmayı bile üç-dört kez öğrencileri susturmak için kesmek zorunda kalmıştı. Hele tam çaprazımda kalan birkaç sekizinci sınıf öğrencisi, konuştukları yetmiyormuş gibi hal ve hareketleriyle de diğer sınıfların dikkatini dağıtıyordu. Yanlarına gidip uyardığımda sessizlik sağlansa bile kısa süre sonra aynı davranışlar kaldığı yerden devam ediyordu. Nihayet İstiklal Marşı’nın okunmasına sıra geldi. Marş okundu. Fakat Müdür öğrencilerin okuyuşlarındaki lakaytlıktan dolayı bana tekrar edilmesi gerektiğini söyledi. Sinirler iyice gerilmişti. Marşa başlamadan önce komut verdim:
– Rahat! Hazır ol!
Tam bu sırada çaprazımdaki bir öğrenciden:
– Olmazsak n’olur? diye bir tepki geldi.
Ardından gülüşmeler…
Bu kadar öğretmeni yok saymalarına, İstiklal Marşı törenini sabote etmelerine inanamıyordum. Sinirden elimdeki mikrofonu un ufak edecek haldeydim. Dayanamadım. Gittim. Bunu söyleyen öğrenciye bir tokat attım. Sanki havaya bir el silah atılmıştı da ortalık sus pus olmuştu. Şimdiye kadar görmediğimiz bir sessizliği yaşıyorduk.
Tören bitti. Çocuklar yine aynı sükunetle sınıflarına giderken iki öğrencinin konuşması kulaklarıma geldi:
– Hasan mıydı o?
– Evet evet. İsmail Ağa’nın Hasan.
Mutlu değildim. Stajyerliğimin kalktığı ilk gün böyle bir şey yaşamayı hayal etmemiştim. Arkadaşlarıma kutlama için yapacağım ikramları düşünürken öğretmenlik hayatıma bu kötü anıyı katmış olmaktan dolayı canım çok sıkılmıştı.
Törenden sonra Müdür beni odasına çağırdı. Canı sıkkın bir şekilde:
– Tokat attığınız öğrenci İsmail Bey’in torunu Hasan’dı, dedi.
Tokat dışında başka bir şekilde müdahale etmek isterdim ama olmuştu işte. Bunu yaşamayı ben de istemezdim. Zaten Müdür tokattan ziyade tokatın kime atıldığıyla ilgileniyordu.
Hasan’ı tanımıyordum. Dersine hiç girmemiştim. İsmail Ağa’ya ise birkaç kez Cuma namazında rastlamıştım ama gıyabında tanıyordum. Okula pek çok maddi yardım yapmıştı. Okulun bir ihtiyacı olsa ilk onun kapısı çalınır, o da hiç çekinmeden gerekeni yapardı. Sadece okula değil, köyün sağlık ocağına, camisine de katkısının çok olduğu anlatılırdı. Köyde sevilen, sayılan biriydi ama kimin oğlu, kimin torunu olursa olsun yapılan СКАЧАТЬ