Название: Kefensiz Gömülenler
Автор: Yusufoğlu Şükrullah
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6853-00-3
isbn:
Annemin, – Hâfız ağabeyiniz bu defa uzağa, Kazakistan tarafına işe gittiler, gelsinler, ondan sonra bir çaresi bulunur, feryadına rağmen “Yarın adam girecek”, der demez arkasına bakmadan çıkıp giderdi.
Üstümüze kim gelecek? Bizim üstümüzde kim yaşayacak? Bu zorbalık ve endişelerden dolayı sadece annemde değil, küçük bir çocuk olan bende de rahat, huzur olmazdı. İçimde daima “kulak” edilirsek veya “damle” diyerek babamı tutuklarlarsa ne yaparız endişesi, korkusu yatıyordu. Annem ise kapı tık edecek olsa, Mamanbey üstümüze kimi göçürüp geliyor, korkusuyla ömür tüketiyordu.
Babam bu sıkıntıdan kurtulmak için ancak küçük bir çocuğun çıkabileceği tahta merdiveni birisine vererek yerine tutunmadan çıkılamayacak ağaç bir merdiven bulup koydu. Güya bununla üstümüzdeki tavan arasına aile göçürülmesi endişesinden kurtulmuş olduk.
Hayır, teyzemin oğlu Ubeydullahan’ın keramet gösterip söylediği gibi, bununla da Mamanbey’in kapıyı çalıp gelişinden kurtulamadık, onun söyledikleri gerçek oldu.
Babam, 1925-1926 yıllarında benim sünnet düğünüm dolayısıyla hiçbir art niyeti olmaksızın, sırf heves ederek yeni bir ev yaptırmıştı. O sırada avlumuza gelen Ubeydullahan’a övünerek:
– Ubeydullahan, evimiz henüz yarım, tavanlarını boyatıp duvarlarına alçı çektireceğim, o zaman gelip görünüz deyince, Ubeydullah ağabeyim:
– Değil alçı çektirip tavanlarını boyatmak, mümkünse bozarak teneke yerine toprak dam yaptırın, zaman bunu gerektiriyor; yoksa iki katlı evin var, zenginsin, diyerek elinden alırlar. Sizi kulak saymasalar bile üstünüze başka adam getirirler, bugünkü siyaset böyle, demişti.
Bu nasıl bir zamandır, kendi meşru işinden kazandığın para ile canının istediği gibi yaşayamıyorsun, bu nasıl bir hayat?! Bundan büyük zorbalık olur mu?
Ubeydullahan, Rusya’nın şehirlerinden birinde, 1905 yılında hukuk mektebini bitirerek avukat olmuş, çok bilgili, zamanın siyasetinden haberdar bir adamdı. Lev Tolstoylar ile mektuplaşıyordu. 1917 yılında Hokand muhtariyetinin önde gelenlerinden biri olmuştu. (Elbette Ubeydullah Hocayev ağabeyimin Hokand muhtariyetinin önde gelenlerinden olduğu bir yana, hatta akrabam olduğunu bunlara söyleyecek olursam, bunu bütün suçları birleştirerek beni hapsetmek için en önemli bir sebep sayarlardı.) Aradan henüz bir-iki yıl geçmeden onun keramet göstererek söylediği bütün her şey doğru çıktı.
Mamanbey’in kapıyı çalarak çeşitli bahanelerle çıkıp gelmesinden kurtulmak bir türlü mümkün olmadı: Bazen önemsiz bir bekçi parası, bazen de emlâk vergisinin ödenip ödenmediğini kontrol bahanesiyle ortaya çıkıverirdi. Ödeme tarihi bir gün geçecek olsa, evi arattırarak sandık sepet, tavan arası, ahır, her yerin ve her şeyin altını üstüne getirip filân müddete kadar ödenmezse devletin hepsine el koyacağını belirtir, korku salıp giderdi. Günlerimiz korku içinde geçiyordu.
O günlerde sandıktan üç-dört elbiselik kumaş çıkacak olsa, kulak sayılmak için bahane oluverirdi. Annemin en büyük endişesi, evimizdeki kitaplar, bilhassa Kur’ân’ı oradan alıp buraya, kimsenin gözünün ilişmeyeceği bir yere gizlemekti. Çünkü o sırada biraz malûmat sahibi olanlar, hatta camiye gidenler bile kulak sayılmaktaydı. Evimizde Nevâî’den, Bîdil44’den Sofi Allahyar45’ın divanlarına kadar, Emir Ömerhan46 devrindeki “Mecmuatü’ş-Şuarâ”ya kadar hepsi vardı. Bir gün Mamanbey’in gözüne ilişip de başımıza belâ olmaması için bu kitapların hepsini avlunun bir köşesine çukur kazıp gömdüğümüzü hâlâ hatırlarım. 1960 yılında, gömdüğümüz yeri ümitle kazdım, toprağın içinde kitap yerine avuç avuç kepekle karşılaşınca ağladım.
O yıllar, öyle bir devirdi ki, bütün hukuk, Mamanbey gibi kitaptan habersiz okuma yazma bilmeyen cahillerin eline bırakılmıştı. Hatta o yıllarda, “aşağıdan yukarıya çıkarıp yükseltme” siyaseti uygulanmak suretiyle basit işçiler, bekçiler, idarî işlerin başına getirilmişlerdi. Hatta mektebin gece bekçisi Kâsım ağabey denilen okuması yazması olmayan bir adam, 1920’lerin sonlarında, benim de okuduğum “Şeyh Sâdî” mektebine müdür tayin edilmiş, birçok dil ve ilimleri bilen Cemil Efendi, Yahya Efendi gibileri ise sürgüne gönderilmiş, bazılarını da tutuklamışlardı. Mamanbey gibilerinin dediklerinin kanun sayıldığı zamanlardı.
İlim irfan sahipleri hakarete uğrarken ömrünü kahvehane köşelerinde geçiren, mektepten, terbiyeden habersiz, hatta imza atmasını dahi bilmeyen adamlar izzet ikram görürse, aklı başında olanlar bu nasıl siyaset diye sormazlar mı?
Sorgu memurunun bana, Sovyet düzeninden duyduğun memnuniyetsizlikten ve düşmanlık faaliyetinden bahset, demesi üzerine ilk gençlik yıllarımdan beri şahit olduğum ve hepsi de birbirinden çirkin yukarıdaki gibi adaletsizce olaylar gözümün önünden geçmeye başladı. Yoksa bu haksızlıklar insanda memnuniyetsizlik uyandırır mı, uyandırmaz mı? Babam asalak, hırsız veya tüccar değildi. Kaldı ki, tüccarlık da suç değildi, nihayet o da bir işti. Halkın çocuklarını salgın hastalıktan korumak için aşı yaparak kazandığı helâl para ile iki katlı bir ev yaptırdı. Peki, şimdi onun yaptırdığı bu eve yabancı bir adamın bedavadan yerleşmesi mi gerek? Bu zorbalık deği mi? Böyle bir adaletsizliğe kim rıza gösterir? Böyle adaletsizliklerden nefret etmek, ne çare ki Sovyet düzeninden memnuniyetsizlik sayılmakta ve suç olarak değerlendirilmekte!
Dün sorgu memuru, babamın mesleğini hekim yerine, kendince her nasılsa düşünüp “damle”, yani dinî mektep muallimi yazdı. Bu bir yalan!
Kaldı ki, babam hekim yerine dinî mektep muallimi olsaydı, ne olurdu? Onun kime ne zararı var? Dindar adam fena, dinden dönen ise iyi, böylesi hükûmete sadık olunur mu? Ayrıca imansızlığa nazaran bir şeye inanmak, iman edip yaşamak daha makbul değil mi?! Lev Tolstoy Tanrı’ya inanan, dindar birisi; ona zararlı adam denilebilir mi? Kaldı ki, dindarların Sovyet insanını bozduğunu kabul edecek olsak bile, insanlar da bazılarının düşündüğü gibi hemen her şeye inanıverecek derecede saf olmasalar gerek! İnsanlar, bu altın değil, meğer demirmiş diyerek inancından hemen vaz geçmez. Bana göre itikatla değil, itikadını kaybeden, nefsi için, menfaati için her yola girenlerle mücadele etmek daha makbul sayılmaz mı, deyip kendi kendime düşünüyordum.
Hapishanenin bir hücresinde kendi kendimle savaşırken aklıma gelen bu fikirleri sorgu memuruna söylemek doğru olur muydu? Beni dindar olmakla itham etmez miydi?
Sadece 1920-1937 yıllarında değil, yakın zamanlarda da dinî inancı için, eski kafalı sayıldıkları için feodalizm artığı olmakla suçlanarak binlerce değil, milyonlarca insanın tutuklanıp sürgün edildiklerini herkes biliyor. Bu insanlar, hükûmetin siyasetinden hoşnut mu? İnancı için insanı düşman saymak olur mu?
Kendi doğduğu topraklarından kulak sayılarak mahrum edilen ve Sibirya’ya, Ukrayna’ya sürülen zavallılar, bu adaletsizlikten şikâyet etmiyorlar mı? Dilleriyle açıkça ifade etmeseler bile onların bu siyasetten, bu hayattan hoşnut oldukları söylenebilir mi? Kendi gayreti ve emeği ile zengin olmak suç mu? Eğer kendi emeğiyle zengin olacak olursa, hiç düşman sayılabilir mi?
Hakikati СКАЧАТЬ
44
Bîdil (1644-1721): Türkistan asıllı Hintli mütefekkir şair. Devrinin Melikü’ş-Şuarâ’sı. Eserlerini Çağatay Türkçesi ve daha çok Farsça yazmıştır. Klâsik şiirin her şeklinde eserler vermiştir. Eserlerindeki mısra sayısı 147.000 kadardır. Mesnevîleri: Muhîtül’-A’zam, Tılsım-ı Hayret, Tûr-ı Ma’rifet, İrfân. Mensur eserleri: Çehâr Unsur, Nikât, Ruka’ât.
45
Sofi Allahyar (17. y.y.): Murâdü’l-Ârifîn, Tuhfetü’t-Tâlibîn, Meslekü’l-Müttekîn ve Sebâtü’l-Âcizîn adlı eserlerin sahibi olan Türkistanlı mutasavvıf şair. Sade ve canlı halk diliyle yazdığı için eserleri çok okunmuştur.
46
Emir Ömerhan (1787-1822): Hokand hanı (1809-1822), şair. Emîrî mahlasıyla klâsik tarzda şiirler yazmıştır. Divanı, 1882 yılında İstanbul’da, 1905 yılında Taşkent’te neşredilmiştir.