Название: Sahan Külbastısı
Автор: Мемдух Шевкет Эсендал
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6862-68-5
isbn:
Bir diğer arkadaş söze karıştı:
“Yani.” dedi. “Münir Bey, nihayet sözü oraya getiriyorsun ki, ben başıma şapkayı giyeyim, karıyı da koltuğuma takıp tiyatroya götüreyim. Orada dostlar gelir, bizim hanıma iltifat ederlerse ona tahammül edeyim. Ben o haltı edemem, azizim; Avrupalı değil a, bilmem ne olsa para etmez. Biz alışmamışız. Medeniyetsiz isek de kusura bakma. Avrupalılar yapıyorlar, onların havsalaları geniş; biz ise böyle görmüşüz böyle gideceğiz. Asri olamayız.”
Münir, tekrar cevap verdi:
“Lakin Hilmi Bey.” dedi. “Mesele oradaki vekâyi sizi tekzip ediyor; oraya süratle gidiyorsunuz: Hani on beş sene evvelki uçkurlu çarşaflar? Bizim ev, kazasker evi olduğu hâlde kız kardeşim, hatta değil kız kardeşim, kazasker kızı olan validemin kıyafetine bir bak da yirmi sene evveli bir düşün!”
Hilmi Bey kani olmadı.
“Sen bakma. O, on beş ailedir!” dedi. “Bizim halkımız onlardan ibaret değil! Hem oluyorsa iyi bir şey yapılmış olmuyor ya!..”
Bir diğeri söze karıştı:
“Hakikat.” dedi. “Kadınlarımız pek rezil oldular. Nedir o kıyafetler, herkesin bir millî adabı var. Biz, bilmem ki… Günden güne beter oluyoruz. Avrupa yalnız dışarımıza geliyor. Azıcık da içimize gelse ve bize ilim ve fenni sirayet etse ne olur?”
Münir Bey, muttasıl:
“Dedim ya azizim.” dedi. “Hoşça sohbet için yemeklerden bahsedelim. Bu kafa ile bizde tiyatro, musiki olmaz!”
Sözde bir durgunluk oldu. Sanki bir dargınlık varmış gibi.
Ev sahibi dedi ki:
“Hele ben birer kahve daha söyleyeyim de…”
“Ya. Pek isabet olur!” dediler ve bahsi kahveye intikal ettirdiler.
ÇÖLDE
Güneş hayli yükseldi, sabahın serinliğine mukabil ovada boğucu bir sıcak dalgalanmaya başladı. Atlar sinekten tepiniyor, rahat yürüyemiyor, yaylı gittikçe yavaşlamaya, gittikçe ağırlaşmaya başlıyordu. Arabacı da artık uyukluyordu. Yolumuza çıkan Zincirli Han’a uğradık. Hemen arabadan atlayıp karanlık han odasına girdim.
Burada, vâkıâ küf kokusuna benzer ekşi bir koku var; insana bir başka hayat zevki veren hafif fakat nüfuz edici bir koku! Sanki ben üç yüz sene evvelki hayatı yaşıyormuş gibi oluyorum ve bundan nihayetsiz bir zevk duyuyorum. Fazla olarak bu karanlık izbede ovaların o cehennem sıcaklarına mukabil loş bir serinlik vardı.
Hancının kahvesi, çayı yokmuş.
“Pekâlâ! Ne var?” dedim.
“Hiçbir şey yok!” dedi.
Böyle de hancılık olur mu ya? Ne ise sıcaktan kurtulduğum, biraz serinlediğim de kârdır. Benim yanımda biraz şeker var fakat burada kullanmak istemiyorum. Peykede sırtımı duvara dayadım, gözlerimi kapadım. Bir müddet sakin oturdum fakat böyle hiçbir şey yapmayarak oturmaktan ise kızgın ovaların ateşi içinde yürümek daha hayırlı. Arabacı’ya söyledim:
“Burada çok kalmasak?..” dedim.
“Atlar yemini kestirsin, gideriz!” dedi.
Tekrar duvara dayanıp gözlerimi kapadım. Arabacı ile Hancı ahbap; kim bilir kaç defa birbirlerine tesadüf etmişler, konuşuyorlardı fakat söylediklerinin birçoklarını anlayamıyordum. Birisi Kayserili, diğeri Konyalı olsa gerekir. Kelimeleri çabuk çabuk söylüyorlar. Ne kadar dikkat etsem, üç-beş kelime içinde bir kelime olsun kaçıyor, bir alacak verecek meselesinden bahsediyorlar, arada bozulmuş bir pazarlık lakırtıları var, ikisi birbirine muhtelif havadisler veriyorlar. Bor’dan, Kayseri’den, Niğde’den, Ereğli’den, Aksaray’dan bahsediyorlar. Bu lakırtıları bitirdikten sonra benden bahse başladılar fakat seslerini alçaltmaya lüzum görmüyorlardı. Arabacı, benim kim olduğumu, nereden gelip nereye gittiğimi bildiği kadar anlattı ve tuhaftır bir hayli malumat verdi; hâlbuki ben ona hiç kendimden bahsetmemiş idim. Ve kendisini bana karşı pek lakayıt gibi görüyordum. Merak ettim, acaba benim kim olduğumu nasıl öğrenmiş dedim. İnsanın kendisini anlatması ne kadar güç ve huyunu saklaması da ne kadar müşküldür. Arabacı’nın beni bildiğine hem taaccüp ettim hem de biraz sıkıldım. Bu adamlar nazarında âdeta küçülüyordum. Bana hiç ehemmiyet vermiyorlar, benden korkmuyorlar. Hele, bu Hancı eşkıya gibi bir herif eğer iki-üç yüz sene evvel gelseydi, mutlaka buralarda istiklal ilan ederdi. Feleğe boyun eğmez, cihana ehemmiyet vermez bir herif. Kendi âleminde çok vakalar görüp geçirmiş; çok belalar, felaketler atlatmış bir adama benziyor. Vâkıâ bizim Arabacı’nın da ondan kalır yeri yok. Genç bir oğlan ama gözleri kan çanağı gibi, insana taş kovuğundan yırtıcı bir kuş bakar gibi bakıyor. Bunlar ikisi bir olup da burada beni öldürseler, sonra bu düz, bu cehennem gibi yanan ovaların bir köşesine gömseler, ne olur? Hiç! Bu han, ağustosun kızgın güneşi ile otları yanmış, düz bir ovanın ortasında dünyanın sanki bir bucağı! Fakat acaba niçin öldürmüyorlar? Ve nasıl oluyor da biz, emniyet edip bu ıssız çöllerin ortasından böyle insana benzer heriflerle geçip gidebiliyoruz?
Düşündükçe evham zihnimi kaplıyordu; âdeta korkmaya başladım, sanki gözlerimi açsam o korkunç Hancı’nın bıçağını göğsümde bulacağımı zannediyordum. Arabacı ile Hancı, ocağın önünde konuşmakta devam ediyorlardı. Biri diğerine, bir arabacının çalınan atlarını, Tarsus’ta tutulduğunu hikâye ediyordu.
Bu nihayetsiz çöllerin ortasında, bu Hancı, nasıl dayanıp yaşıyor? Biz dört-beş saatlik yol geldik, ne bir insana ne uzaktan bir köye olsun tesadüf ettik. Şimdi biz çekilip gidince kim bilir ne kadar zaman için bu han yolcusuz, bu Hancı yalnız kalacak. Kışın buz deryalarına dönen bu ıssız ovaların ortasında, yazın cehennemden eser gibi sıcak rüzgârlarla kavrulan bu beyabanda26 insan yalnız kudurur, hayvanlaşır. Düşündükçe zihnime fenalıklar geliyor. Arabacı’dan sordum:
“Daha atlar yemlerini kestirmediler mi?” dedim.
“Hinçik, hinçik!” dedi ve dışarı çıktı. Ben de çıktım, Hancı da arkadan bizi takip etti. Bu han, duvarları yıkılmış, damları çökmüş bir harabe idi. Ortasındaki avlu eskiden taş döşemeliymiş; fakat bozulmuş, yürünemez bir hâle gelmiş. Kapının önünde bir kuyu vardı. Bir uzun ağacı mancınık gibi yapmışlar, bu kuyudan su çekiyorlar. Arabacı, beygirlerini getirdi, suladı. Sonra söverek, vurarak arabayı koştu.
Bunlar beygir değil, СКАЧАТЬ
26
Beyaban: Çöl.