Genç Rahmi’nin Hikâyesi. Emin Göncüoğlu
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Genç Rahmi’nin Hikâyesi - Emin Göncüoğlu страница 4

Название: Genç Rahmi’nin Hikâyesi

Автор: Emin Göncüoğlu

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6862-87-6

isbn:

СКАЧАТЬ derinliklerindeyken.

      “Yanılıyorsun canım. İnsanoğlu her yerde olduğu gibi yapacağını burada da yapmış. Bak şu ufku kapatan sıra sıra tepeleri görüyor musun? Başları çıplak ve bomboş. Oysa bir zamanlar zengin ormanlarla kaplıymış. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde Van’dan yola çıkan bir sincabın, başı göğe eren meşe ormanlarında daldan dala sıçrayarak ayağı yere değmeden Akdeniz’e kadar ulaşabildiğini söyler. Şimdi öyle mi? Yeşil bir tepe görünce neredeyse şaşıracağız. Babamızın malı gibi yiyip bitiriyoruz dünyamızı.”

      Eskisi topraktan, yenisi betondan evlerini asfalt yolun her iki yanına sermiş ağaçsız bir köye yaklaştılar. Çoğu tek katlı, bazıları betondan yapılmış iki katlı evlerin önlerinde, damlarında sıcak yaz geceleri yatmak için demirden renk renk tahtlar göze çarpıyordu. Kurumuş tezekler üst üste yığılı, yaş olup da kurumayı bekleyenler evlerin önlerindeki boşluklara yayılmıştı. Kadınlar başlarındaki kovalarda su taşıyorlardı evlerine. Hepsi zayıf, belleri ince ve dimdik yürüyorlardı. Beyaz otomobilin burnu, yüzü çopur çopur olan dar ve siyah asfalt yolda titreyerek ilerliyordu. Yol boyunca uzun kanaletler beliriverdi köyü geçince. Uçsuz bucaksız ovanın, binlerce yıllık susuzluğunu dindirsin diye yapılmış. Yolun sol tarafında genişleyerek yayılan yemyeşil ovanın derinlerindeki sıra sıra tepeler önlerinde bir yay gibi kıvrılarak, ufku daraltıyor, yolun sağ tarafına geçerek ona paralel yüksek bir duvar gibi yaklaşıyordu. Upuzun, ince ve siyah yolun uzak noktalarında parlak ve titrek görüntülü seraplar beliriyordu. Kenarı yeşil otlarla boyalı çopur yüzlü yolun uzak noktalarındaki parlak ve titrek görüntülü seraplar beyaz otomobil ilerleyip öne atıldıkça sanki ondan korkup kaçarmış gibi yerde kayarak daha ötelere uçuyordu. Bu kovalamaca gitmek istedikleri yere on kilometre kaldığını gösteren sarı tabelanın bulunduğu kavşaktan ovanın geniş ve yeşil karnına doğru saplanan ara yola girinceye kadar devam etti. Beyaz otomobil ileri atılmak için çırpınıp durdukça siyah tekerleriyle çiğnediği yolu önden yutuyor, sonra arkasından dışarı fırlatıyordu.

      “Doğduğumuz yerden tam bin üç yüz kilometre uzaktayız ve başka bir evrene ışınlanmış gibiyiz. Burada insanlar mavi gökyüzünün altında bir başlarına kalmış gibiler.” dedi Tülay. Gözleri, önündeki yoldaydı. Güneş gözlüğü kulağının arkasını acıtıyordu. Çıkardı, siyah deri çantasına koydu.

      “Her şeyi bir çırpıda geride bırakıverdik.” diye Metin mırıldandı.

      “Ölüm gibi!”

      “O temelli bir göç.”

      “Bir deniz kıyısında ölmeyi isterim.”

      “Allah korusun! O nasıl söz anne?” diye Sinem arkadan telaşla seslendi. Tülay Sinem’i duymazlıktan geldi.

      “Yaban ellerde yaşamak gibi ölmek de zor. Zamanın yüzümüze kazıdığı çizgileri düşündükçe daha çok karamsarlaşıyorum. Birçok şeyi bir daha yaşayamayacak oluşumuz ne kötü.”

      “Karamsar olmak ya da olmamak, o kaçınılmaz sonun bize doğru yaklaşmasını hiçbir zaman engelleyemez. Bak önümüzde görünen şu köy gibi yerde beş altı bin yıl önce önemli bir medeniyet kuruluymuş. O zaman yine insanlar, güneşin doğuşunu sevinçle, batışını biraz hüzünle karşılarlarmış. Kışın üşür, yazın yanarlarmış. Onların da ölüm karşısındaki çaresizlikleri bizlerden veya şu anda burada yaşayanlardan farklı değilmiş. Yaşlanmayı ya da ölümü algılamada uygar veya ilkel olmak, çok fark etmiyor. Değişen dekorların önünde uçup gidiyoruz. Bütünü kavramamız imkânsız, sadece bütünün içindeki minicik parçaların yer değiştirmelerini belki anlayabiliyoruz. Yaşam da bu herhâlde. Seni sıkan şey gözümüzle gördüğümüz, elimizle tuttuğumuz şeylerin bir süre sonra yerinden kayıp gitmesinden kaynaklanıyor. Alıştığımız şeyler, hayatımızdan çıkıp gitti mi mutsuzluğa kapılabiliyoruz. Çocukken yaşadığımız bir sokağın bir süre sonra yıkılıp değişmesi gibi, gençken pırıl pırıl parlak olan güzel bir cildin zamanla kırışıp yaşlanması gibi. Yaşadığımız şehrin, evin, sevgilinin kokusu burnumuzun ucundan uçup gidince yalnızlığa kapılır, onları ne kadar çok sevdiğimizi o zaman anlarız.”

      “Doğduğum şehrin kokusunu özledim ben!”

      “Annemin canı tatile çıkmak istiyor baba.” dedi Sinem, çok uzaklardaki bir köyü izlerken.

      “Annenin canı buradan tamamen kaçmak istiyor yavrum.” Tülay elinin tersiyle terli alnını siliyordu.

      “Daha çok var mı babacığım?”

      “Geldik sayılır.”

      “İnanamıyorum burada bir medeniyetin yaşayabileceğine. Tamamen harabeye dönmüş.”

      Yol kenarındaki kadınlar, erkekler, çocuklar yaşadıkları yere, yeni bir arabanın gelişini ilgiyle izlediler. Önlerindeki yol az sonra ikiye ayrıldı. Son tabelanın gösterdiği yöne saptılar. Küçük çocuklar topluca beyaz otomobilin arkasından koşuyorlardı. Sinem dönüp arka camdan onlara el salladı. Eski şehri çevreleyen surlardan çok azı ayakta duruyordu. Belki de binlerce sene önce kullanıldığı gibi bugün de kullanılan eski şehrin girişi olduğunu zannettikleri dar bir yoldan içeri girdiler. Arabanın arkasındaki toz bulutunun içinde koşan çocuklar onları bırakmaya niyetli değildi. İncecik yolun sağında ve solunda, damlarında dörderli veya altılı sivri kubbeler olan topraktan evler duruyordu. Önlerindeki yol hafif bir yokuşla meydan gibi bir boşluğa açılıyordu. Boşluğun ötelerinde gelirken yol boyunca gördükleri köy evlerinin birer benzeri dikiliydi. Tülay tepeleri kubbeli topraktan evlere bakarak:

      “Ne kadar ilginç, değil mi?”

      “Çok ilginç! Binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan insanlar kışın soğuğundan, yazın kavurucu sıcaklarından bu yöntemle korunabilmişler.” dedi Metin. Meydan gibi boşluğun ortasına doğru ilerleyince birkaç metre aşağıda muhteşem bir kale manzarasıyla burun buruna geldiler. Binlerce yıllık kocaman bir tarihi, yer yer yıkılmış, yaşlı, yorgun sırtında bugüne taşıyan ve gizemli bir çehreyle hâlâ dimdik, hâlâ mağrur duran, eski zamanların bu görkemli yapısı, kendisini hiç bilmediği uzak diyarlardan görmeye gelen sınırlı sayıdaki misafirlerine biraz ürküntü, biraz heyecan, çokçası hüzün veriyordu. Öğlen güneşi gökyüzünün mavi boşluğunda dağı, taşı çatlatacak kadar sıcak parlıyordu. Kavurucu sıcağın etkisiyle:

      “Çok yoruldum!” dedi Tülay.

      “Bu sıcakta normaldir canım.”

      Büyük bir merakla çevreyi izleyerek arabadan indiler. Sinem az önce cesaretle arkalarından koşan çocukların, araba durunca ürkek bakışlarla fazla yaklaşmadan ve birbirleriyle hiç konuşmadan kendilerine baktıklarını gördü. Hepsinin yüzü güneş yanığı ve dişleri inci gibi bembeyazdı. Aralarından bazılarının saçları sarı ve gözleri yeşildi. İçlerinden birisi, bir erkek çocuk, güneş yanığı yüzünden hiç eksik etmediği tebessümle yanlarına yaklaştı. Dişleri gibi gözlerinin akı da bembeyazdı. Küçük çocuğun sarı saçlarını okşadı Sinem. En fazla beş, bilemediniz altı yaşında gösteriyordu.

      “Adın ne senin?”

      Küçük çocuk, koyu siyah gözlerini Sinem’e dikmiş, utangaç bir tavırla gülüyordu СКАЧАТЬ