Ama çalışamadı. Boş tuvalin önüne geçtiğinde üzerinde birdenbire daktilonun sert vuruşlarıyla yazılmış sözcükler belirdi. Paletin üzerindeki boyalar çamur ve kan gibi göründü gözüne. Aklına cerahatler ve yaralar geldi. Hafif gölgede duran kendi portresinde, çenesinin altında askerî üniformanın yakası görünüyordu. “Çılgınlık! Çılgınlık!” diye yüksek sesle söylenirken bir taraftan da bu delice görüntüleri kovmak için ayağını yere vuruyordu. Ama elleri titriyor, ayaklarının altındaki taban sallanıyordu. Yatmak zorundaydı. Sonra karısı öğle yemeğine çağırıncaya kadar küçük bir tabureye çöktü, öylece yığılıp kaldı.
Her lokma onu boğuyordu. Boğazının yukarılarında acı bir şey vardı, bu hep önce aşağıya iniyor ve sonra yine yukarıya çıkıyordu. Başı önüne eğik ve sessiz otururken karısının inceleyerek kendisine baktığını fark etti. Birdenbire karısının, elini kendi elinin üzerine koyduğunu hissetti. “Ne oldu sana Ferdinand?” diye sorduğunda cevap vermedi. “Kötü bir haber mi aldın?” sorusunu sadece başıyla onayladı ve yutkundu. “Ordudan mı?” bunun üzerine yine başını salladı ve yutkundu. Karısı sustu. O da sustu. Bu düşünce, birdenbire yoğun ve boğucu bir şekilde odanın ortasında, eşyaların arasında duruyor ve her şeyi bir kenara itiyor gibiydi. Geniş ve yapış yapış bir hâlde, yemeye başladıkları yiyeceklerin üzerine yayılmıştı. Nemli bir salyangoz gibi enselerinin üzerinden geçiyor ve onları ürpertiyordu. Bu düşüncenin üzerlerindeki ağır yükünden dolayı orada öylece, iki büklüm, sessizce oturuyor; birbirlerinin yüzüne bakmaya cesaret edemiyorlardı.
Nihayet karısı: “Seni konsolosluğa mı çağırdılar?” diye sorduğunda sesinde bir şeyler çatlıyor gibiydi.
“Evet.”
“Peki, gidecek misin?”
Titriyordu. “Bilmiyorum ama gitmek zorundayım.”
“Niçin zorundasın? Sana İsviçre’de emir veremezler. Burada özgürsün.”
Birbirine kenetlenmiş dişlerinin arasından öfkeyle konuştu:
“Özgür! Bugün kim hâlâ özgür ki?” dedi.
“Özgür olmak isteyen her insan ve en çok da sen. Bu ne ki?”
Karısı, onun önündeki kâğıdı sinirle fırlatıp attı.
“Bunun senin üzerinde nasıl bir gücü olabilir? Bu kâğıt parçasının, zavallı bir büro memurunun yazdığı bu kâğıt parçasının senin, canlı, özgür bir insanın üzerinde? Bu sana ne yapabilir?”
“Kâğıt değil ama gönderen.”
“Kim gönderiyor bunu? Hangi insan? Bir makine, büyük bir insan öldürme makinesi. Ama o seni yakalayamaz.”
“Milyonlarcasını yakaladı, neden beni yakalayamasın?”
“Çünkü sen istemediğin için.”
“Onlar da istemiyordu.”
“Ama onlar özgür değildi. Onlar silahların arasında kalmıştı ve bu yüzden gittiler. Ama hiçbiri gönüllü olarak gitmedi. Hiçbiri İsviçre’de olsa o cehenneme geri dönmezdi.”
Kocasının acı çektiğini gördüğü için heyecanını zapt etmeye çalıştı. İçinde bir çocuğa duyulan merhamet hissi gibi bir şey oluştu. Ona yaslanarak: “Ferdinand.” dedi. “Doğru düşünmeye çalış. Korktun ve ben bu kötü niyetli canavarın birdenbire birisinin üzerine saldırmasının rahatsız edici bir şey olduğunu anlıyorum. Ama hatırla, biz bu mektubu zaten bekliyorduk. Yüzlerce defa bu ihtimali düşündük, ben onu yırtıp atacağını ve insanları öldürmeye razı olmayacağını biliyor, seninle gurur duyuyordum. Bilmiyor musun?”
“Biliyorum Paula, biliyorum ama…”
“Şimdi konuşma.” diye ısrar etti karısı. “Şu anda bir biçimde etkilenmişsin. Konuştuklarımızı hatırla, yazdıklarını. Çalışma masasının soldaki çekmecesinde duruyor. Asla eline silah almayacağını açıkladığın o yazıyı hatırla. Çok kararlıydın…”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
(Alm.) Nussbaum: Ceviz ağacı. (ç.n.)
2
(Alm.) Nussknacker: Ceviz kıracağı. (ç.n.)
3
Poste restante (İng.): Postanenin, alıcı onu arayana kadar postayı beklettiği bir hizmet. (ç.n.)