Hayatın Mucizeleri-Ormanın Üzerindeki Yıldız-Zıt İkizler. Стефан Цвейг
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hayatın Mucizeleri-Ormanın Üzerindeki Yıldız-Zıt İkizler - Стефан Цвейг страница 2

Название: Hayatın Mucizeleri-Ormanın Üzerindeki Yıldız-Zıt İkizler

Автор: Стефан Цвейг

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-605-72611-8-2

isbn:

СКАЧАТЬ Meryem Ana’nın resmiydi, kalbine saplanmış bir kılıç vardı; resim acıya ve üzüntüye rağmen çok yumuşak ve barış doluydu. Meryem’in yüzünde tuhaf bir şirinlik vardı. Sözde kayıtsızlığını gölgeleyen hafif acı düşüncelerin, gülümseyen zarafetini gölgelediği hayalci ve mutlu bir bakire olan Meryem Ana gibi değildi. Erguvan rengindeki bir yara gibi parlayan kırmızı dudaklarının olduğu ince, solgun ve parlak yüzünü siyah gür uzun saçları okşar gibi sarmalıyordu. Harika ince yüz hatları vardı, ince ve kavisli kaşları gibi bazı çizgileri neredeyse ihtiraslı ve nazik bir görüntü veriyor, koyu renkli dalgın ve hülyalı bakan gözleri sanki tüm korkuların ve acıların olmadığı çok renkli, daha tatlı bir dünyanın düşünü kuruyordu. Elleri yumuşak bir teslimiyetle birleşmişti ve göğsü yarasından akan kana sebep olan kılıcın soğuk temasından dolayı hâlâ korkuyla titriyor gibiydi. Bütün bunlar harika bir parlaklıktaydı ve başının üzerinde altın bir parıltı vardı ve güneşin vurduğu renkli kilise camlarının ışığında kalbi de sıcak akan kandan dolayı değil de sanki kutsal kâsenin3 mistik ışığı gibi yanıyordu. Yavaş yavaş çöken alaca karanlık bu resmin son dünyevi görüntüsünü de aldı ve böylece bu tatlı genç kızın başının üzerindeki kutsal ışık, gerçek bir aydınlanmanın canlı pırıltıları gibi yanmaya başladı.

      Hayranlıkla ve gözlerini ayırmadan sürekli resme bakan ressam alelacele toparlandı.

      “Bu resmi bizimkilerden birisi yapmamıştır.”

      Tüccar onaylarcasına başını salladı.

      “Bir İtalyan’dı. Genç bir ressam. Ama bu çok uzun bir hikâye. Size en başından anlatmak istiyorum ve bildiğiniz gibi son noktayı da siz koyacaksınız zaten. Ama bakın, vaaz sona erdi, her ne kadar çabamız ve amacımız onun için olsa da geçmişi anlatmak için kilisenin dışında bir yer bulalım. Haydi gidelim.”

      Ressam, buğu, pencerenin etrafını altın gibi çevrelediğinde ve sisli karanlık daha çok açıldıkça, daha da yoğun bir parlaklıkta görünen resmin yanından ayrılmadan önce tereddütle biraz daha kaldı. Ve bir an için daha dikkatle inceleyerek resme bakmaya devam ederse bu çocuk dudaklarının yumuşak acı kıvrımları bir gülümsemeye dönüşecek ve yeni bir zarafet görünecek sandı. Ancak refakatçisi önden gitmişti ve kapıda ona yetişebilmek için adımlarını hızlandırmak zorundaydı. Geldikleri gibi birlikte çıktılar kiliseden.

      İlkbahara yaklaşırken şehrin üzerine sabahleyin çöken kalın sis tabakası üçgen çatıların üzerine tutturulmuş mat gümüş renginde bir tüle dönüşmüş gibiydi. Sıkışık yerleştirilmiş kaldırım taşları nemden dolayı çelik gibi parlıyor ve üzerilerine düşen güneşin ilk ışıkları altın gibi yansıyordu. İkisinin de yolu tüccarın oturduğu aydınlık limana doğru dar ve dönemeçli yollardan geçiyordu. Düşüncelere ve anılara dalarak yavaş yavaş yürüdükleri için tüccarın anlattığı hikâye onları dalgın adımlarından daha hızlı hedefe ulaştırdı.

      “Size daha önce anlattığım gibi…” diye başladı. “Gençlik yıllarımda Venedik’e gitmiştim. Ve kısacası, orada pek Hristiyan inançlarına uygun davranmadım. Babamın bürosunu yönetmek yerine, zamanımı, bütün gün çılgınca yaşayan oranın gençleri gibi meyhanelerde içerek, kumar oynayarak, çılgınca şarkılar söyleyerek geçirdim, hatta bazı edepsiz şarkılar da öğrendim ve diğerleri gibi bazı kötü küfürler etmeyi de. Eve geri dönmeyi hiç düşünmüyordum. Babamın bana sürekli yazdığı ısrarlı ve tehdit dolu mektuplardaki gibi, hayat benim için rahattı. Beni bilenler bu namussuz hayatın beni yutacağı konusunda uyarmışlardı. Bense bunlara sadece gülüyor, bazen de kızıyordum; o çok tatlı şaraptan aceleyle içtiğim bir yudum tüm sıkıntıları geçiriyordu, eğer o yapmazsa bir fahişenin öpücüğü bunu hallediyordu.

      Mektupları açıyor ve hemen sonra yırtıyordum; çılgınlık beni ele geçirmişti, kurtulmayı hiç düşünmüyordum. Ama bir akşam hepsinden kurtuldum. Çok tuhaftı ve bugün bile bazen yoluma, görünür biçimde bir mucizenin çıktığını düşünürüm. Meyhanemde oturuyordum; bugün hâlâ oradaki sigara dumanını ve meyhane arkadaşlarımı görüyor gibiyim. Fahişeler de vardı orada, birisi çok güzeldi; o geceden daha çılgın ve gizemli bir gece geçirdiğimiz nadirdi. Birdenbire, tam müstehcen bir fıkra gümbürtülü kahkahalara sebep olmuşken, uşağım geldi ve bir kuryenin Flaman’dan4 getirdiği mektubu uzattı. Çok kızmıştım çünkü babamdan gelen mektupları görmeyi sevmiyordum, beni sürekli görevlerim ve bir Hristiyan olarak yapmam gerekenler, yani benim çoktan şaraba gömdüğüm konularda uyarıyordu. Mektubu tam alacakken, meyhane arkadaşlarımdan biri fırladı; yakışıklı bir gençti, becerikli ve tüm şövalyelik sanatlarında ustaydı! ‘Bırak şu sinek vızıltısını. Sana ne bundan!’ diye bağırdı, mektubu havaya fırlattı, çabucak kılıcını çekti ve düşen mektubu duvara öyle derine sapladı ki kılıcın esnek mavi ucu titredi. Kılıcı dikkatle geri çekti, kapalı mektup duvarda kaldı. ‘İşte yarasa oraya yapıştı!’ diye güldü. Diğerleri alkışladı, fahişeler sevinç içinde yanına koştu, onun şerefine içildi. Ben de güldüm, onlarla içtim; mektubu, babamı, Tanrı’yı ve kendimi unutmak için çılgınca neşelenmeye çalıştım. Sonra mektubu düşünmeden neşemizin deliliğe dönüştüğü başka bir meyhaneye gittik. Hiç olmadığım kadar sarhoştum ve fahişelerden biri günah kadar güzeldi.”

      Tüccar gayriihtiyari durdu ve hatırlamak istemediği sevimsiz bir görüntüyü uzaklaştırmak ister gibi birkaç defa eliyle alnını sildi. Ressam hemen bunun üzücü bir anı olduğunu fark etti ve onun yüzüne bakmayıp sanki merak ediyormuş gibi bakışlarını, birlikte yürüyüp vardıkları renkli ve karmaşık limana şişkin yelkenleriyle yaklaşan bir kalyona çevirdi. Suskunluk uzun sürmedi, tüccar hikâyesini anlatmaya hemen devam etti.

      “Neler olduğunu tahmin edebilirsiniz. Ben genç ve şaşkındım, kadın ise cesur ve güzel. Birlikte gittik, ben huzursuz ve şehvet doluydum. Ancak değişik bir şey oldu. Kadının işveli kollarında yatmış, dudakları dudaklarıma bastırırken bu durum beni daha istekli yapmadı ve keyifle karşılık vermeme yol açmadı, aksine bu dudaklar bana ebeveynimin evindeki akşam selamlaşmalarındaki o yumuşak öpücüğü hatırlattı. Fahişenin kollarındayken birdenbire mucizevi ve inanılmaz bir şekilde babamın buruşturulmuş, atılmış, okunmamış mektubu geldi aklıma ve sanki arkadaşımın darbesini kanayan göğsümde hissettim. Fırladım, öyle aniden ve soluk bir yüzle ki yanımdaki fahişe korku dolu gözlerle ne olduğunu sordu. Ama ben bu aptalca korkum yüzünden utanmış, yatağında yattığım ve güzelliğinin zevkini çıkardığım ancak o anın tek bir saçma düşüncesini bile anlatmak istemediğim yabancı kadının yüzüne bakamaz olmuştum. Ama o bir dakikada tüm hayatım değişmişti ve bugün de o gün olduğu gibi böyle bir şeyin ancak Tanrı’nın lütfuyla olabileceğine inanıyorum. Kadına para fırlattım, onu aşağıladığımı zannettiği için istemeyerek aldı ve bana aptal bir Alman olduğumu söyledi. Oysa ben artık hiçbir şey duymuyordum, soğuk ve yağmurlu gecede koşturuyor ve biçare birisi gibi karanlık kanallara doğru bağırarak bir gondol arıyordum. Sonunda biri geldi, ücret olarak neredeyse altın değerindeydi ama kalbim öyle hızlı, öyle acımasız ve anlaşılmaz bir korkuyla atıyordu ki bir mucizenin bana hatırlattığı o mektuptan başka bir şey düşünemiyordum. Meyhaneye geldiğimde o satırları okuma arzum gittikçe yükselen bir ateş gibiydi; bir çılgın gibi meyhaneye daldım, arkadaşlarımın neşeli ve şaşkın bağrışmalarına aldırmadan üzerindeki bardakları şangırdatarak masaya çıkıp duvardaki mektubu СКАЧАТЬ



<p>3</p>

Kutsal kâse ya da mukaddes kâse, İsa’nın Son Akşam Yemeği’nde kullandığı iddia edilen, mucizevi güçleri olduğuna inanılan kap. Aramatyalı Yusuf’un çarmıha gerilen İsa’nın damlayan kanını kutsal kâseye koyduğuna inanılır. (ç.n.)

<p>4</p>

Flaman: Belçika’nın bir bölgesi. (ç.n.)