Bu cuma günü, sabahleyin evimde düşündüm: Güneşin batacağı ve beni cumadan kurtaracağı saate kadar geçireceğim zaman, gözüme ayaklarımla çıkacağım sarp bir dağ tepesi gibi göründü. Moda sahillerini düşündüm: Sarı saçlı İngiliz sütninelerinin el arabalarında dolaştırdığı pembe çocukları seyretmekle geçirilecek bir günün zevki, bana, hiç de kâfi derecede cazip görünmedi. Bir dost evinde dedikodu, kahvelerin birinde bir fincanla karşı karşıya tefekkür veya Kızıltoprak kırlarında otlayan başıboş öküzlere refakat şıkları arasında bir karar veremeyerek nihayet İstanbul’a inmek için iskeleye koştum.
Yeni yanaşan vapurdan neşeli bir halk boşalıyordu. Köylüyü kaçıran zevklere kavuşmak üzere acele eden bu safdillere içimden acıdım.
Vapur köyden ayrıldı. Köprü’ye çıktık. Demir parmaklıklara dayanmış sulara dalgın bakan mahzun bir halk, cumasını İstanbul’da geçirmeye gelen bu diğer zavallılara sanki gizli gizli bakıp merhametle baş sallıyordu.
Cuma günü! Ölüm günü! Zevkin nerede?
Bulutlar Karşısında Bir Muhavere
Kuraklık münasebetiyle
“Fen, yağmuru lazım olduğu zaman yağdırma imkânını bulmadıkça ya da suyun yerini tutacak bir madde keşfetmedikçe, dünyanın mutlak hâkimleri, şu kızıl ufuklar üzerinde sıra sıra yürüyen ve gürleyen siyah bulutlar kalacak! Hint’in kadim din kitabı olan Vedalarda bulutların istiarevî ismi ineklerdir. Kimyanın namütenahi terakkisine rağmen, dünya hâlâ gıdasını, şu semavi memelerden akan sütte arıyor. Fen, bulutların keyif ve hevesine tahakküm edebilmekten şimdilik hayli uzaktır. İnsan sefaletine karşı bulutları merhamete getirmek için elimizde yağmur duasından başka hiçbir çare yok!
Bulutlar bize küsünce nehirler kurur, tarlalar ölür, bahçeler solar, toprak mahsulatını keser; eşhasın kesesi ve binnetice devletlerin hazinesi boşalır; ticaret durur, sanat durur. Bu vasi haile ile çerçevesi ortasında, insanın korkunç kaderini bir an tasavvur etmek bile muhayyileyi yakmaya kâfidir. Denilebilir ki, mutaddan biraz daha fazla sürecek bir kuraklık, milyonlarca insan batnının, asırlardan beri zahmetle biriktirdiği zekâ sermayesini tüketmeye ve bizi bu derece şımartan bir medeniyeti iflas ettirmeye kâfidir. Hasılı, hayatın namütenahi çarklarını döndüren bulutlardır!”
“Desene! Şu çarkları su ile dönen dünya, eskiden beri bir değirmenden hâlâ farklı değil!”
Kelimelerin Hayatı
Hiçbir şey lisan kadar bir ağaca müşabih değildir. Lisanlar -tıpkı ağaçlar gibi- mevsim mevsim rengini kaybeden ölü yapraklarını dökerler ve tazelerini açarlar. Lisanın yaprakları kelimelerdir.
Edebî bir metni okuyorken, daha düne kadar zinde bir manası olan “melek” kelimesinin, bugün tamamen hayatiyeti tükenmiş renksiz ve şekilsiz bir lafız hâline geldiğini hissettim. Bu kelime şimdi Türkçede soğuk bir naaştan başka bir şey değildir.
Melek nedir?
Edebiyattaki manasına göre, melek bir kadındır ki, gözleri mavi, saçları sarı ve beyaz entarisinin etekleri uzundur. Hristiyan sanatında melek, lepiska saçları topuklarına kadar uzanan, büyük güvercin kanatlı, mahcup bir genç kız suretinde temsil edilir ve daima elinde sur nevinden bir musiki aleti olduğu hâlde, gökte beyaz bulut yığınlarının kenarından tebessüm ettirilir.
Bu verem çehreli maveraî güzellik karışımı, kadın kıyafetinin son inkılabına kadar devam edebilmişti. Fakat kadın saçları, berber makasıyla kısalıp eteklerin yarısı da terzi nefesiyle uçarak dizleri çıplak bıraktığı günden sonra, melek, birden mazinin silik şekilleri arasına düşmüştür.
Şeytani bir alevin temasıyla, taraf taraf ateş kırmızılığına boyanan muasır kadın çehresi yanında, uzun sarı saçlı ve mavi gözlü “melek” şimdi aptal bir halayık çehresinden daha fazla cazip değil.
Dostum
Dostum, alelade bir insandır, onun için tarifi gayet müşküldür. Vücudunun kusurlarını elbise ile gizlemek hünerinden bihaberdir, yani şık değildir. Ahlak kaideleriyle de ruhunun çirkinliklerini saklamayı bilmez, yani mürai değildir.
Dün, onunla caddede karşılaştık: İşinden yeni çıkıyordu. Yorgundu. Hissediyordum ki dimağında fikirler, sonbaharın hasta sinekleri gibi zahmetle kımıldanıyordu. Kendisine bir yerde oturup dinlenmeyi teklif ettim. Alıştığımız bir köşede, iki siyah bira kadehi karşısında, sakin sakin konuşmaya koyulduk. Köpüklü serin mayi boğazından geçtikçe bir dakika evvel dimağında sürüklenmekten bile aciz sineklerin tedricen kanat oynatmaya başladıklarını gözümle görüyor gibiydim. Alkol miktarı yorgun uzviyetinde çoğaldıkça, zekâsı âdeta muntazam bir faaliyetin merkezi olmaya başlıyordu.
Fakat biranın zayıf tesirini yetersiz bulan dostum, birden, şeytani bir ilhama tabi olarak, kendisine karışık bir Amerikan içkisi getirtti. Fazla bekletmeden bira ve kokteyl dimağında müthiş bir infilak ile karşılaştılar ve ölgün sinekleri kudurmuş arılara döndürdüler. Şimdi dostum, karşımda, tepeden tırnağa kadar vızıltılı, coşkun bir kovan olmuştu. Evvela bize hizmet eden adama şiddetle hakaret etti, beni sebepsiz tersledi ve biraz evvel masamıza misafir gelen bir arkadaşla hiçten münakaşaya girişerek fikrini hiddet ve şiddetin en son perdelerinden çıkan korkunç bir sesle müdafaa etti.
Hesabımızı gördük. Onu açık havaya çıkardım. Bir bahar akşamının tatlı serinliği kıpkızıl çehreye vurdukça sesin huşuneti düştü. Hiddeti yavaş yavaş derin bir sükûna münkalip oldu.
Bana söyleyiniz: Boğazından geçen içkilerin nev’ine, ziyaya ve havaya göre her an ruhu muhtelif teamüllerin sahnesi olan dostumun bir kimyahane çanağından farkı var mıydı? Dostumun insan olarak irade kudretine ne kıymet verirsiniz?
Dilenci
Yolumun üzerinde her sabah tesadüf ettiğim bir dilenci var. Bu zeki çehreli adam, yoklama defteri imzalamaya mahkûm bir kalem efendisi intizamıyla, her gün, tam saat altıyı kırk geçe köşesine gelir ve tam saat ona kadar da bir tek söz söylemeksizin, sırf gözlerinin derin elemi ve edasının sakit belagatiyle gelip geçenlerin merhametini avlar. Merhametlerin, birer şaşkın güvercin telaşıyla bu mahir avcının kurduğu tuzağa düşmek için nasıl kanat çırptıklarını görmek, benim her sabahki eğlencemdir.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
СКАЧАТЬ