Название: Çankırılı Hoca - Cumhuriyet’in Öteki İnsanları - Bir Köy İmamının Hayatı
Автор: Hasan Yılmaz
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-07-5
isbn:
Her şeyin anahtarı sabırdır. Civcivi, yumurtaları kuluçkaya yatırarak elde edersiniz, kırarak değil.
Denetimi Jandarma Yapıyordu
Kur’an-ı Kerim’i güzel okumak için tecvit bilmek gerekir. Tecvit bilmeden de Kur’an okuyabilirsiniz ama ahenkli bir okuma için tecvit bilmek şarttır. Biz Kur’an dışında tecvit de öğrendik. Gerçi Arapça da okuyacaktık ama o dönem devlet izin vermiyordu. Bazen şikayet üzerine, bazen de şikayetsiz olarak jandarma denetime geliyordu. Şimdi kimsenin beğenmediği posta memurları, o zamanlar birer Azrail idi. Tahsildarlar da keza. Tahsildar gelir, hocanın sakalından tutup hesap sorardı. “Ne öğretiyorsun sen bu bebelere!” derdi. Halk da bu türden muamelede bulunanlara, “Ekinleri çürüttünüz, bize vermediniz, şimdi de bebeyi beliği geri koyuyorsunuz!” diye tepki gösterirdi. Böyle tepki verenleri götürürlerdi karakola, bir ton sopa atarlardı.
Halk jandarmayla gelen sivil memurlara kızardı. “Bu çocukları körlüyorsunuz. İyi kötü bu çocukların hepsi Kur’an okuyacak, vaiz olacak, müftü olacak.” dendiği zaman, hadi bakalım doğru karakolun yolu gözükürdü. Hoca, halk gibi tepki vermezdi. Genellikle köyün içindeki insanlar böyle tepki verirdi. Hatta benim Kalfat’a gittiğim sene bir jandarma geldi. Ben de Sübhaneke’den başlamış, sureleri yeni yeni öğreniyordum. Jandarma elimizdeki kitapları aldı, ayağının altında çiğnedi. Biz bir şey yapmadık. Korku dolu gözlerle Jandarmayı izledik. Jandarma giderken hocaya döndü, “Hoca Efendi bu çocukların elinde bu cüzü bir daha görmeyeceğim.” diye uyardı. Hoca da “Tamam tamam.” dedi. O olaydan sonra kapıya bir nöbetçi dikilmeye başlandı. Nöbetçi, jandarma geliyor dediğinde kitapları saklıyorduk.
Devlet, Arap harflerinin öğretimini yasaklamıştı ama biz bunu o vakit öyle düşünmüyorduk. Devlet, Kur’an öğrenilmesini yasakladı diye biliyorduk. Bir taraftan Kur’an öğretmeyin deniyordu, diğer taraftan her yer kitap satanlarla doluydu. Bir taraftan öğretmeyin deniyordu ama Diyanet kitap çıkartıyordu. O zamanın vaizi, müftüsü vardı.
Kalfat’ta Kur’an’ı okuyup ezberlemenin yanında, kaideli ve güzel okumayı da öğrenmiştik. Nihayetinde imamlık yapacağımız için hitabet dersi de almıştık.
Şimdi Kur’an kursları öğrenci bulamazken, o zaman odalar hafızlarla dolup taşıyordu. İlkokula giden talebeden çok, hafızlık yapan talebe vardı. Kâzım Hoca’nın yetmiş seksen talebesi vardı. Yetmiş seksen tane de Hafız Tığlı’nın vardı. Hafız Sadık’ın, Hafız İdris’in talebesi daha fazlaydı. Bu öğrenciler hep köylerden gelirdi. Şabanözü, Kurşunlu, Karapazar, Kırsakal, Sakalin, Ödek, Karaveran gibi yerlerden gelirlerdi.
Her başarı ilk başta bir hayaldi. En büyük çınar bir dalda, en güzel kuş bir yumurtada saklıdır. Hayaller de gerçeklerin tohumu ve yumurtasıdır.
Bir Çorba Dahi İçmeden Günlerimiz Geçti
Kalfat’a gittiğim ilk yıl hiç çorba içtiğimi bilmem. Kuru ekmek, kuru ekmek, kuru ekmek… Çörek falan bilmezdik. Akşam sofra kurulmazdı. Herkes eline kuru bir ekmek alırdı, bazıları arasına soğan dürerdi, üstüne bir bardak su içer, kafayı vurup yatardı.
Çayın adını duymazdık bile. Doğru dürüst beslenme nedir bilmezdim. Karnımın doyduğunu hiç hatırlamam. Bu yüzden gözlerim açıldıktan sonra Karaların evinde kalmak istemedim ama halam evden ayrılmama razı olmuyordu çünkü ben evde kaldığım için babam onlara erzak getiriyordu. Babam köye geldiğinde, Akbaba’nın hizmetkâr durduğu Çakıroğulları’nda kalıyor, ertesi gün eşeğine binip dönüyordu.
Dünya Savaşı oluyormuş, Türkiye’de kıtlık hüküm sürüyormuş, bunlara bizim pek aklımız ermiyordu. Biz yaşadığımız şartları biliyorduk. Henüz dokuz yaşında bir çocuktum ve görebildiğim, evin her tarafından yoksulluğun döküldüğü idi.
Karaların evinden ayrılmak istemem üzerine babam beni çayın karşısında bulunan Hafız Tığlı’nın ders verdiği yakaya getirdi. O zaman köyün ortasından gürül gürül çay akıyordu. Akan çay, Çerkeş tarafından, Dumanlı Dağlar denilen yerlerden doğar, köyün içinden de geçerek Kırksakal, Dodurga, Büğdüz köylerine doğru giderdi. O yıllarda suya ayağımızı basıp geçemezdik. Bu yüzden köyün iki yakası arasında ulaşım iki ayrı köprü ile sağlanıyordu. Ben de Karaların evinden ayrılmakla aşağı köprünün bir yakasından öbür yakasına geçmiş oldum.
Karaların evinden ayrıldıktan sonra babam lakabı Kuduruk olan İbrahim Efendi’nin evini buldu. Adam çok asabi olduğu için ona Kuduruk derlerdi. Bize bir zararı yoktu. Üstelik çok iyi ata binerdi. Adamın iki de kızı vardı.
İnsanlar, sevap olur diye yanlarında kalması için köy dışından gelip hafızlık yapmak isteyen öğrencileri almak isterlerdi. Hocaya da o şekilde tembih ederlerdi. Babam da onların bu isteğini duyup, beni onların yanına vermişti.
Kuduruk İbrahim’in evine geldiğimde Kalfat’taki ikinci seneme girmiştim. Bir iki ay sonra kış mevsimi başlamıştı. Kar yağdığında Kuduruk İbrahim’in atını sulamaya götürürdüm. Yaşım oyuna elverdiği için beni kızak kaymaya da götürürdü. Kış mevsimi geçtikten sonra yaza doğru Kuduruk İbrahim, karısı Fidan abla ve iki kızı ile Dumanlı Dağ tarafına yaylaya çıkardı. Orada yağ, yoğurt, peynir yapıp köye yollardı.
Kuduruk İbrahim’in Yaşar adlı bir de oğlu vardı. Askerlik çağı gelmişti. Bu yüzden babası yayladayken karısı Kezban ablayı evde bırakarak askere gitti. Kezban abla benden altı yaş büyüktü. Çok merhametli bir insandı. Her durumda beni korurdu. Bu yüzden Kuduruk İbrahim’in evinde kaldığım iki yıl boyunca çok rahat ettim.
Orada kaldığım sürece talebeliğimi Hafız Tığlı’nın yanında devam ettirdim. Hafızlığımı bitirdiğim yıl da Hafız Tığlı vefat etti. Onun öldüğü sene Kuduruk İbrahim de hastalanıp yatağa düşmüştü. Hastalığı sebebiyle iyice asabi bir insan olup çıkmıştı.
Kuduruk İbrahim’in evi iki katlıydı. Bana evin üst katında bir oda verdiler. İlk defa kendime ait özel bir odam olmuştu. Benden başka kimse girip çıkmazdı fakat evlerin tabanı ahşap olduğu için gecenin sessizliğinde odadaki yürüyüşüm bile adamı rahatsız ediyordu. Bana bir şey demiyordu ama benim yüzümden karısını, gelinini azarlıyordu. Bu sebeple Kuduruk İbrahim’in karısı Fidan Ana’ya, “Fidan Ana, ben buradan gitsem…” dedim. O da “Oğlum gitmesen iyi olur ama burada kalırsan ben sana doğru dürüst bakamam. Onun için seni Hasan Dayı’ya verelim. Hasan Dayı’nın bir tek çocuğu var. Hâli vakti de yerinde. Hafızlığını da bitirdin. Artık hafızlığını kuvvetlendireceksin.” dedi. Bunun üzerine yatağımı yorganımı yüklenip Hasan Dayı’nın evine gitmek zorunda kaldım.
Ben evden ayrıldıktan kısa bir süre sonra Kuduruk İbrahim hayatını kaybetti. Oğlu Yaşar da askere gitti. O evin düzeni hepten bozuldu.
Kaldığım evlerin özel misafiri gibi değildim. Evdekilerle birlikte yer, onlarla birlikte iş görürdüm. Sadece ders çalıştığımda СКАЧАТЬ