Bana herkes çok müşkülpesentsin diyor. Beğenilecek hiçbir şey görmeyen bir adam başka ne olur bilmem ki… Tiyatro binasının yabaniliğini affetmeye hazırım. Fakat Ya-rabbim, nedir o oynayan oyun? Sonra, nedir o kantolar, Peruz diyorlar dev anası kıyafetli, soğuk bir şakacı, kendisine çirkinlikte, sakillikte rekabet edecek ondan da şişman diğer bir kadınla beraber, bozuk, kalın, kokmuş bir sesle, seslerinden daha müstekreh, daha murdar bir tavırla, berbat, iğrenç, rezil kantolar böğürdüler; sonra kumpanya manasız, asılsız, tertipsiz, dört perdelik bir oyun oynadı. Öyle bir oyun ki yalnız yavanlığı ile, tatsızlığı ile insanın neşesini ihlal ve harap eder… Sonra şarkıcılar da aktörler de bu hanımefendilerin mütemadi, ısrarlı alkışları ile mesut oldular. Perde açılmadan evvel hâllerinden, kıyafetlerinden hissettiğim bu hanımların his, zevk bakımından ne kadar düşük olduklarını görerek hayret ettim. Bebek’teki tiyatroya gelen bu hanımların İstanbul’un yüksek sınıfını teşkil etmeleri lazım gelirdi. Lakin demek ki gazetelerdeki ilanlara nazaran her gün İstanbul’un bir başka köşesinde bir tanesi oynayan bu murdar kumpanyaları bu hanımların alkışları ihya ediyor öyle mi? Ben bu soğukluklarla donmuş dururken herkesin, hele hanımla Nigâr’ın kahkahalarla güldüğünü görerek aramızdaki farkı düşündüm ve kendi kendime derin derin acıdım. Aman Yarabbi! Bütün bu kalabalık içinde çölde, garip ve avare kalmış, yolunu şaşırmış bir seyyah gibiyim. O kadar yalnızım, o kadar kendimi herkesten ayrı, herkesten başka buluyorum ki yavaş yavaş kalbimi bir korku, acı, “Ne yapacağım, nasıl yaşayacağım?” korkusu harap ediyor. İzmir’de iken küçükten beri yaşadığım hayat içinde bütün emel ve saadetimi İstanbul’a bağlayarak geniş bir hayal içinde ümit ile süslü bir ömür sürüyordum. Buraya geldim, bütün bu ümitler, bu emeller hepsi, ayrı ayrı bir rüzgârla kırıldı, döküldü, savruldu… Bitti… Hepsi bitti…
Evet, ne yapacağım, nasıl yaşayacağım? Neyde bir zevk bulacağım? Ben bu hayatı sevmiyorum. Bu insanları hep manasız, hep adi buluyorum! Kimi ve neyi sevebileceğim? Nasıl, nasıl?
Kendi kendime şurada itiraf ediyorum ki bu iddialarımda azamet, bencillik iddiası yok. Çünkü hayatım mahvoluyor. Kendimi zevk ve saadetten mahrum etmeye nasıl razı olurum? Fakat etrafımdaki hayatı, insanları, her şeyi adi, küçük bulursam benim kabahatim var mı? Bir kere geldim geleli fikri benim fikrime uygun bir kimseye rast gelmedim. Beni anlayacak, bana mahrem hisler, samimi anlatmadan zevk verecek hiçbir ruha tesadüf edemedim…
Sonra kendimi, bu hâlimi, çocukça bir iddia ile fikrimin tenevvürüne, onlara faik olduğuma hamletmeye de cesaret edemem. Tahsilim bir Türk kızının az çok tertipsiz, usulsüz tahsilinden başka bir şey değil. Loti’nin iddiası gibi bir kız bu hayatta “Dezanşante” olmak için Kant’ı,Viçe’yi okumak lazım geldiğine benden iyi misal olamaz. Hayır, Kant’ı değil en küçük bir felsefe kitabını bile elime almadım. Fakat bütün vaktimi şiire, edebiyata hasrettim. Demek ki hassas ve derin bir ruh benim gibi uzun seneler böyle edebiyat sayesinde şiir ve hülya ile beslenir de sonra bu kadar adi bir muhite düşerse tabii ve cebri bir surette anlaşmazlık peyda oluyor. Bu anlaşmazlık kadar ruhu tahrip eden başka bir şey olamaz. Dünyada muhitine yabancı olmak kadar tahammülsüz bir felaket yoktur zannederim.
Ya nelerini ve hangilerini beğeneyim Yarabbim? Beğenecek neleri var? Hayatları mı zevkleri mi? Erkeği, kadını, ihtiyarı, genci yalnız dedikodu ile, boğazları ile memnun ve mesut olabilen, her türlü zevki bediden mahrum yaşaya yaşaya pıhtılanmış olan bu hayat bana o kadar menfur geliyor ki… İstanbul hanımları hayatlarını, bütün zevklerini teşkil eden dedikoduya hasretmişler. İhtiyaçsız, kendilerinden memnun komşularına, seyirlerine müdavim, herkes mevsimine ve köyüne göre çayırlarda, rıhtım taşlarında, dere kenarlarında toplanıp bağdaş kurarak birbirini çekiştirmekle kani yaşıyor. Yarabbim, buraya geldim geleli hâline ve kaline meftun olacak daha bir kadına tesadüf edemedim. Hepsi adi… En kibarından, en süflisine kadar hepsi bir hâlde… Bir kere zenginleri ve gençleri tezyin hususunda garip, münasebetsiz, ifratçı, mübalağalara inhimaklarından zahiren bir ucube oldukları gibi manen de o kadar, o kadar adi şeyler ki… En kibar ailelerle hanımefendilerine rast geliyorsunuz; ağzını açıyor, insan mahzuziyetle dinleyeceği sözleri beklerken falan bey şunu yapmış, filan hanım şunu seviyormuş gibi iğrenç rivayetler ve kıskançlıklardan başka bir şey işitemiyor.
Bence İstanbul’un en büyük kusuru bir kibar hayatı ve kibar halkı olmamasıdır. Abdülhamid zamanında İstanbul’da asalet, türlü köpekliklerle zengin olmuş hırsız ailelerine münhasır idi. Şimdi meşrutiyet bunu da mahvetti. Evvelden zaten kibar yoktu, bugün zengin de kalmadı. Müsavat ise yalnız herkesin ahlaksızlık ve fikirsizlikte birbirine benzemesinde tecelli ediyor demektir.
Ne isterdim? Evet beni ne mesut edebilirdi? Şu sayfaları onlardan biri okusa, beni hemen şımarık ve kendi tabirlerince, yani fena muamelesiyle serbest bulurdu. Hâlbuki bilseler ki, bu şımarık, bu müşkülpesent ve kendini beğenmiş zannolunan Pervin’cik ne kadar alçak gönüllü, ne kadar mahcup, ne derece kendinden gayrı memnun bir şeydir. Bunu bilseler… Hayır, bilmezler… Dünyada herkeste birbiri hakkında mevcut olan yanlış fikirler gibi beni de böyle bir zan ile haksız yere mahkûm ederler… Ben kendini beğenmiş, ben şımarık ha… Lakin ben bu memlekette mesut olmak için artık hayattan, zevkten, seyrandan vazgeçtim. Beni anlayacak ve sevebileceğim ciddi, müşfik, sadık bir kocam olsa… Ah, bir kere bu adamı bulabilsem, bununla nasıl kani ve mesut olurdum…
Beni kahır ve helak eden şey ise, bu hayat içinde böyle bir erkek olsa bile ona tesadüf ihtimalinin mefkudiyeti ve tesadüf edilse birbirimizi anlamak ve hayatlarımızı birbirine bağlamak imkânının imkânsızlığıdır. Demek böyle, bu boş hayat içinde, rüzgârın, güneşin sevki darabanına karşı muhtaç olduğu nevazişten mahrum kalarak solup kuruyup mahvolan fidanlar gibi, ölüme mahkûm bir hayatım var. Bunu biliyorum ve işte beni bu harap ediyor.
Ah, niçin ben böyleyim? Ne olurdu ben de onlar ve herkes gibi bu hayattan zevk alacak histe ve kabiliyette olsaydım da onlar gibi bu sefalet içinde kayıtsız ve müsterih yaşayabilseydim?! Onlar gibi bu dedikodularla, bu bahislerle, bu oyunlarla kani olabilseydim… Ve ruhum bu muazzep olduğu elim ihtiyaçlar ile beni harap ve helak etmeseydi… İçinde yaşayacağım hayat için büyütülmüş olsa idim…
Hâlbuki ben bu hayat için büyümedim. Ah bizi niçin böyle yetiştiriyorlar? Analarımız, babalarımız hâlâ gafletlerinin, hatalarının neticelerini görüp niçin mütenebbih olmuyorlar? Peki, istedikleri şey hislerimizin incelmesi, fikirlerimizin açılması ise, bu ince hislerimiz, açık fikirlerimizle bize tayin ettikleri hayatı nefretle kabul edeceğimizi niçin ve nasıl düşünmüyorlar? İşte mesela ben, biraz ince hisli olmasam bugün bu beğenmediğim hanımlar gibi olacaktım. Nigâr ve emsali gibi hayatımı kapıdan gelip geçenlerle işgal edebilerek kendimi ve hayatımı beğenecektim. Hâlbuki aldığım terbiye, okuduğum eserler bana parlak hayatlar vadetti. Şimdi nasıl olur ki bu miskin, bu ışıksız, zelil hayatı severek kabul ederim!
Anam, babam beni evvela en muazzez, en nazik bir oyuncak gibi süslemek, yalnız kendi gururları, kendi azametleri, kendi iftiharları için süslemek istedi ve bütün başkalarının çocuklarına üstün, emsalsiz bir çiçek gibi yetiştirmek için çalıştı. Terbiye ve tahsilime büyük itina gösterdiler; lisanlar, piyanolar öğrettiler. Bu lisanlar, piyanolar kimin için? Yalnız kendileri için mi? Hâlbuki kendileri o lisandan bir şey anlamazlar, o piyanoya bigânedirler. Yegâne olarak istiyorlardı ki herkes bana ve kendilerine imrensin. En parlak, müstesna bir evlat olarak gösterileyim. Düşünmediler ki bu memlekette ne kadar yegâne, СКАЧАТЬ