1499
Milano
Leonardo
Aralık, Milano
Yakından baktığında, resmin boya tabakalarının kabarıp duvardan dökülmeye başlamış olduğunu görebiliyordu. Boya olması gerektiği gibi pürüzsüz değil, sanki ince bir kum tabakasının üzerine uygulanmış gibi tanecikliydi. Boyanın üzerindeki sıva katmanı yakında dökülecek, yavaş yavaş ufalanıp toz olacaktı. İlk kaybolacak renk tonu, çamur ve kilden elde edilmiş olan toprak rengi olacaktı. Soluk kan ve nar kırmızısı tonlarından oluşan ve uzun süre dayanma özelliğine sahip kızıl ise epeyce bir süre kalacak gibiydi. Ancak onu en çok endişelendiren lacivertti. Değerli mücevherlerden öğütülmüş parlak mavi tonu Doğu’daki uzak bir ülkeden gemiyle getirilmişti ve piyasadaki en pahalı renkti. Bir ressam, çok az lacivert kullanarak vasat bir resmi şahesere dönüştürebilirdi, yine de bu renk duvar resimlerinde nadiren kullanılmaktaydı. Lacivert ton olmaksızın eseri önemini yitirebilir, daha da kötüsü sıradan bir hal alabilirdi. Maalesef bu renk tonu da çatlamaya başlamıştı bile.
“Kahretsin!” dedi fısıltıyla. Renklerdeki bu bozulma kendi suçuydu. Bu renkleri elde etmek için yaptığı deneyleri çok uzun tutmuştu. Zaten her şeyi uzatmakta üstüne yoktu. Yüzünün sol tarafı seğirdi. Derin bir nefes alıp sakinleşti. Keyfini bozmaya hiç gerek yoktu. O an şüphe ve endişelerini bir kenara bıraktı. Resim hâlâ bir şaheser ve kendisi de hâlâ bir üstattı. Sırlar ve hikâyelerle orada bulunan izleyicileri eğlendirmek üzere harekete geçti. Her şeye rağmen bu insanların buraya gelmelerinin tek bir sebebi vardı: Vincili büyük ressam Leonardo’dan “Son Akşam Yemeği” adlı son eserini dinlemek.
“İçinizden biri bana ihanet edecek!” diye gürledi Leonardo; kuzey duvarını son resmiyle süslediği Santa Maria delle Grazie Kilisesi’nin kemerli taşla döşeli yemek odasında sesi yankılandı.
Onun bu coşkulu sözleri, oradaki Fransız gezginlerden oluşan kalabalığın hoşuna gitmişti. Pek çoğu için büyük merak konusu olduğunun farkındaydı. Kırk sekiz yaşındaki Vincili üstat, İtalyan yarımadasındaki en ünlü insanlardan biriydi; şöhreti Fransa, İspanya ve İngiltere’nin yanı sıra daha uzaktaki Osmanlı topraklarına kadar yayılmıştı. Dâhiyane savaş makinesi tasarımları ve resim sanatında çığır açan yenilikleriyle tanınmaktaydı. Dünyanın dört bir yanından gezginler onu; renkleriyle sanatseverlerin zevkine hitap eden ve hâlâ şu anda duvarı süsleyen, odağında Mesih’in yer aldığı, iniş çıkışlı kompozisyonu ve İsa ile havarilerinin gerçekçi portreleriyle tanınan ünlü duvar süslemesinin önünde dururken görmek için gelmekteydi.
Kalabalığın dikkatini dökülmekte olan resimden uzaklaştırmak umuduyla duvar süslemesinden uzaklaşarak, “Bu resim Mesih’in, havarilerinden birinin kendisine ihanet edeceğine dair yaptığı açıklamanın hemen sonrasını tasvir etmektedir,” dedi. “Hikâyenin tam bu noktasında İsa’ya ihanet edecek olanın Yahu-da olduğunu henüz hiç biri bilmemektedir. İçlerinden birinin hain olduğunu duymak hepsini hayrete düşürür. Havariler irkilip kollarını sağa sola savurarak dehşet içinde bağrışıp çağrışmaktadır. İçlerinden biri haindir. Ama kim?” Aralarında dolanan bir yılanı takip ediyormuşçasına kalabalığı gözleriyle süzdü. Aslında, kalabalık ayrıldıktan sonra defterine karalayabileceği yeni özellikler ve yüz ifadeleri bulabilmek için yüzlerini inceliyordu.
“Kuşkucu Thomas’ın tasvirinde kendi yüzünüzü kullandığınız söyleniyor,” dedi hoş bir Fransız bayan, aşırı vurgulu İtalyancasıyla. “Ama ben hiçbir benzerlik göremiyorum.” Öpücük kondurmaya hazır dudakları, Fransız aksanının etkisiyle buruştu.
Leonardo, hem kadın hem de erkeklerin görünüşüne olan hayranlıklarının farkındaydı. Yaşlı gözlerine yardımcı olması için taktığı gözlüğe rağmen, aynaya baktığında bal rengi gözlerinin hâlâ gençlik enerjisiyle parladığını görebiliyordu. Henüz yeni beyazlamaya başlamış dalgalı koyu kahverengi saçları vardı ve hâlâ esnek ve kaslı bir vücuda sahipti. İnsanların kendisine efsanevi bir yaratıkmışçasına bakacakları düşüncesi ve onların karşısında şık görünme sorumluluğuyla her gün banyo yapıp modaya uygun kıyafetler giyiyordu: dizlerine kadar uzanan tunikler, pastel renkli taytlar ve pek çok sanatçının hayatı boyunca çalışsa bile satın alamayacağı, kuş şeklindeki çok renkli değerli taşlarla süslenmiş altın bir yüzük.
Gözleri, Fransız kızın modaya uygun olarak korseyle yukarı kaldırılmış pembe göğüslerine yöneldi. Bazen gözüne kestirdiği bir gezgini -kadın ya da erkek- eskizini çizmek üzere atölyesine götürürdü. Bunların arasında, üstatla tanışmış olmanın heyecanıyla onunla yatanlar da oluyordu. Kızın Fransız aksanını taklit ederek “Zaten bir benzerlik yok,” dedi. “Model olarak kendi yüz ifademe güvenseydim, tekrar tekrar varyasyonlarımı çizer ve asla tek bir yüz kullanmazdım ki bu da sıkıcı tablolar ortaya çıkarırdı.”
Balıketli Fransız kız dahil tüm izleyiciler güldü. Hayranları Leonardo’ya sık sık, konuştuğunda ciddi mi olduğunu yoksa şaka mı yaptığını anlamanın zor olduğunu söylediğinden sesine ayrıca bir ciddiyet katarak, “Gerçeği söylüyorum,” dedi.
Bir ayrıntı hariç.
Sürekli kullandığı sol elinin yüzük parmağında parlayan, kuş şeklindeki mücevher taşlı yüzüğe baktı. Dini bütün İtalyanlar, solaklığın bir uğursuzluk olduğunu düşünüyordu. Sağ kutsallığın; sol ise günaha sürüklenişin işareti olarak görülmekteydi. Doğru yoldan sapmalarını önlemek için pek çok solak çocuk sağ ellerini kullanmaya mecbur edilmekteydi. Leonardo’nun babası, meşru eşinden on iki tane meşru çocuk sahibi olmuştu ve bunların hepsi sağ elini kullanmaktaydı. Konstantinopolisli bir köleyle gençliğinde yaşadığı ilişkiden doğan gayri meşru oğlu Leonardo için bu, kabul edilebilir bir uğursuzluktu.
“Son Akşam Yemeği” freskinde, İsa’nın sağındaki ikinci sandalyede, kimliği belirsiz yeşil tunikli bir adam sol eliyle ekmeğe uzanmaktaydı. Yahuda da solaktı. “Kendinizi büyük bir ailenin üyesi olarak hayal edin,” dedi Leonardo, bakışlarını Fransız bayanın üzerinden eserine kaydırarak. “Bayram akşamı yemek masasının etrafında toplanmış on iki kardeşten biri. Ailenin lideri masanın ortasında düzen ve dengeyi sağlamaya çalışıyor. Bir düşünün…” Yahuda’nın sol eli üzerine derin derin düşünürken sanki odadaki tüm ses ve kokular azalmış gibiydi. “Ancak her ailede olduğu gibi bu ailenin de derin sırları mevcuttur. Telaşla tartışan bu kardeşlerin arasında biri, bu aileye ait değil. O hâlâ aramızda, ancak bulması zor.”
İsa’nın son yemeğini tasvir eden diğer eserlerde, masada diğer öğrencilerin karşısında otururken resmedilen Yahuda’yı fark etmek kolaydı. Leonardo’nun resminde ise hain; yemeğe katılan on iki havariden biri olarak grubun ortasında gizlenmiş; ancak elinde tuttuğu para kesesinden tanınmaktaydı.
“İsa’nın açıklamasıyla herkes hayrete düşüp hainin kim olduğunu sorar. ‘O mu? Şu mu? Ya da şurada oturan mı? Ya da en korkuncu, yoksa hain ben miyim?’ diye düşünmektedir. İsmi henüz verilmediğine göre hepsi hain olabilir. Hepsi “gayri meşru öteki” olabilir. Hepsi Yahuda olabilir.”
Seyirciler her bir yüzü incelemek için eğildiklerinde Leonardo içten içe pişmanlık duydu. Niyeti dikkatlerini bozulmakta olan eserden uzaklaştırmaktı, daha dikkatlice incelemelerini sağlamak değil.
Aniden yemekhane kapısı açıldı ve yirmi yaşlarında çekici bir delikanlı telaşla odaya girdi. Gian Giacomo Caprotti da Oreno’nun pürüzsüz yüzünde telaşlı bir ifade vardı; süslü saçları darmadağın olmuştu. “Il Moro geliyor!”
Kalabalık susup, bunun gerçek bir uyarı mı yoksa kendilerini eğlendirmek için tasarlanmış bir oyun mu olduğunu anlamaya çalışan gözlerle birbirlerine baktı. Sonra bir cevap alabilme umuduyla bakışlarını Leonardo’ya çevirdiler. “Eğer bu bir şakaysa Salaì, hiç de hoş bir şaka СКАЧАТЬ