Hâlâ polisti; daha doğrusu, Ulusal Cinayet Masası’nın başkomiseriydi.
Martin Beck ceketini giyip gazeteyi cebine soktu, metroda okumaya niyetliydi, normalde günlük rutini böyleydi.
Güneşin altında Skeppsbron’da yürürken kirli havayı ciğerlerine çekti. Kendini yaşlı ve kof hissediyordu. Fakat bunların hiçbiri dışarıdan bakıldığında anlaşılmazdı. Tam aksine, sağlıklı ve dinç bir havası vardı, hareketleri atletik ve hızlıydı. Uzun boylu, yanık tenli, çenesi kaslı ve sakin, gri-mavi gözlü, geniş alınlı bir adam olan Martin Beck kırk dokuz yaşındaydı. Ellisine merdiven dayamıştı. Ama çoğu kişi onu daha genç sanıyordu.
4
Västberga Bulvarı üzerindeki Güney Emniyet Müdürlüğü’ndeki oda, Cinayet Masası şefini temsil eden birisinin mekânıydı uzun süredir. İçerisi temiz ve derli toplu olmasına rağmen, birisi zahmet edip masasına koca bir vazo çiçek koymuştu, çoğu şey bıraktığı gibi değildi. Olması gerektiği gibi olmasa da bariz bir şekilde sıcacık bir yuva gibi. Özellikle de çalışma masasının çekmeceleri. İçinden bir sürü şey çıkarılmıştı ama epey bir eşyası da yerli yerindeydi. Eski vergi fişleri ve sinema biletleri mesela, kırık tükenmez kalemler ve boş şeker kutuları. Kalem tepsilerinin çoğunda ataşlardan yapılmış zincirler, lastikler, küp şekerler ve sakarin tableti kutuları duruyordu. Ayrıca iki paket ıslak mendil, bir paket kâğıt mendil, üç kartuş ve bozuk bir Exacta saat. Temiz, okunaklı bir yazıyla bölük pörçük notlar yazılmış bir sürü kâğıt parçası.
Martin Beck merkezde dolaşıp herkese selam vermişti. Hepsi olmasa da çoğu eski dostlarıydı. Şimdiyse masasında oturuyor, kol saatini inceliyordu, tamamen işe yaramaz görünüyordu. Kristal camı içeriden lekeliydi ve saati sallayınca çerçevesinden paslı, kötü bir ses çıktı, sanki vidalarından biri gevşemiş gibiydi.
Lennart Kollberg kapıyı tıklatıp içeri girdi. “Selam,” dedi. “Hoş geldin.”
“Teşekkürler. Bu senin kol saatin mi?”
“Evet,” dedi Kollberg iç karartıcı bir şekilde. “Yanlışlıkla çamaşır makinesine atmışım. Pantolon cebimde unutmuşum.” Şöyle bir etrafına bakındı ve özür diler gibi açıklama yaptı: “Aslında geçen cuma tamir etmeye çalışıyordum ama araya bir şeyler girdi. Eh, bilirsin nasıl olduğunu…”
Martin Beck başıyla onayladı. Kollberg uzun nekahet döneminde en çok gördüğü insandı ve birbirlerine anlatacak yeni haberleri yoktu. “Diyet nasıl gidiyor?”
“Güzel,” dedi Kollberg. “Bu sabah yarım kilo vermişim, 104 kilodan 103,5 kiloya düşmüşüm.”
“Yani başladığından beri sadece on kilo almışsın?”
“Sekiz kilo diyelim,” dedi Kollberg, incinmiş bir ifadeyle. Omuz silkti ve sızlanarak devam etti: “Berbat bir şey. Doğama tamamen aykırı bu. Gun da bana gülüp duruyor. Bodil de öyle. Sen nasılsın bu arada?”
“İyiyim.”
Kollberg kaş çattı ama bir şey demedi. Evrak çantasının fermuarını açıp içinden açık kırmızı plastik bir dosya çıkardı. Pek ayrıntılı olmayan bir rapor vardı elinde. Otuz sayfa civarında bir rapor.
“Bu ne?”
“Bir hediye diyelim.”
“Kimden?”
“Benden. Aslında değil. Gunvald Larsson ve Rönn’den.
Son derece komik olduğunu düşünüyorlar.”
Kollberg dosyayı masaya koydu. Sonra şöyle dedi: “Maalesef çıkmak zorundayım.”
“Ne için?”
“UPK.”
Yani yeni Ulusal Polis Kurulu.
“Neden?”
“Şu kahrolası banka soygunları.”
“Ama onlarla ilgilenen özel bir ekip var.”
“Özel ekibe destek gerekiyor. Geçen cuma, kalın kafalı beyinsizin teki gene vurulmuş.”
“Evet, okudum.”
“Dolayısıyla Emniyet Teşkilatı özel ekibi hemen genişletmeye karar verdi.”
“Seninle mi?”
“Hayır,” dedi Kollberg. “Aslında sanırım, seninle. Ama bu emir geçen cuma geldi, ben hâlâ burada görevdeyken. O yüzden kendim karar verdim.”
“O da?”
“O da seni o tımarhaneden korumak ve özel ekibe destek vermek için kendim gitmek.”
“Sağ ol.” Martin Beck gerçekten de ciddiydi. Özel bir ekipte çalışmak demek, her gün Emniyet Genel Müdürü ile, en az iki daire şefiyle, farklı başkomiserlerle ve başka amatörlerle haşır neşir olmak demekti. Kollberg bu çileyi gönüllü olarak üstlenmişti.
“Eh,” dedi Kollberg, “karşılığında bunu aldım.” Plastik dosyaya kalın işaret parmağını koydu.
“O ne?”
“Bir vaka,” dedi Kollberg. “Gerçekten de son derece ilginç bir vaka, banka soygunları ve o tarz şeyler gibi değil. Tek eksik…”
“Neymiş?”
“Senin polisiye roman okumaman.”
“Niye?”
“Çünkü okusaydın, kıymetini daha çok bilirdin. Rönn ve Larsson herkesin polis hikâyeleri okuduğunu zannediyor. Aslında bu vaka da onların ama şimdilik o kadar sefil durumdalar ki küçük işleri için destek istiyorlar, her isteyeni kabul ediyorlar. Bunu bir düşünsen iyi olur. Sadece sakince otur ve düşün.”
“Tamam, göz atarım,” dedi Martin Beck gönülsüzce.
“Gazetelerde bu konuda tek kelime yazmıyor. Merak etmiyor musun?”
“Tabii.”
“Hoşça kal o zaman.”
“Görüşürüz,” dedi Kollberg.
Kapının dışında durup birkaç saniye bekledi, kaş çattı. Sonra dertli dertli başını sallayıp asansöre doğru yürüdü.
5
Martin Beck, kırmızı dosyada ne olduğunu merak ettiğini söylemişti ama bu pek doğru değildi. Aslında, uzaktan yakından ilgisini çekmiyordu. Buna rağmen o soruya neden kaçamak ve doğru olmayan bir cevap vermişti bilmiyordu. Kollberg’i mutlu etmek için mi? Pek sayılmaz. Onu kandırmak için mi? Bu daha da alakasız. Bir kere, bu çok anlamsızdı, buna kanmazdı. Birbirilerini СКАЧАТЬ