Название: Yabancı İstanbul'da Bir Kerküklü
Автор: Kemal Beyatlı
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6494-32-9
isbn:
YABANCI“İstanbul’da Bir Kerküklü…”
Doğup büyüdüğüm şehrim Kerkük’e
ÇADIR
Beşinci kez çocuğu alıp dışarı fırlayışıydı bu. Sanki bu gece ay, yağı tükenmiş, fitili söndü sönecek durumda, olan manzaraya dayanamayıp dünyayı terk edecekmiş gibi bir izlenim veriyordu.
Bazı çadırların önünde yakılan rutubetli ağaç odunlarına karışan çöp dumanları, çevreye yaydığı ışığın yanında, insan genzini delecek kadar ağır kokusuyla da her yeri kaplamaya başlamıştı. Soluk almaktan bile kaçınmaya çalışıyordu insanlar. Karanlık her yere ağır pençesini bastırmıştı. Dağınık bir şekilde barınaklar alana serpilmişti ancak çadır denebilecekler, bir insan parmaklarının sayısından fazla değildi. Diğerleri, derme çatma değişik kumaş parçaları, naylon veya eni boyu olan her ne bulunduysa birbirine çatıp sağanak yağan yağmurlardan ve esen rüzgârdan korunmak amacıyla birleştirilmişti. Deniz seviyesinden ne kadar yükseklikte olduğu bilinmeyen sıra dağların eteği, akan ince bir çayın kenarı, meçhule göç edenlerin bir durağı haline gelmişti. Zifiri karanlığı delecek şey ancak insanoğlunun gözlerinin keskinliği olabiliyordu.
Canlıların biyolojik yapısında boşaltım gerçeği bir olgu olsa bile insanı yaratıklardan ayıran unsurlardan biri de hayvanların rastgele boşaltım ihtiyaçlarını gidermeye çalışmalarıdır. Oysa insanoğlu, bunun adabını küçük yaştan öğrenmeye başlar. Önceleri örf, adet ve dinlerin sağlık ve temizlik emirlerinin yanında, hayânın bilinçaltında yerleştiğini ve avaranın kadınlarda daha önem arz etmesi, kenarda ve gözden uzak bir köşede bu ihtiyacını gidermeye çalışmasının bir nedenidir.
Koşar adımlarla çadırın içinden dışarı fırladı Ayşe. Kucağındaki çocuk ile beraber karanlığa dalıp kayboldu. Sol ayağındaki lastik terliğin tabanında bir yarık oluşmaya başlamıştı. Koştukça dengesini bozuyordu. Tüm gayretiyle düşmemeye çalışıyordu. Akan çayın yönünü gündüzden ezbere biliyordu. Ayşe, göğsünde sıcak bir şeyin yürüdüğünü hissetti. Çocuk dayanamayıp altına biraz kaçırmaya başlamıştı. Göğsüne sıkmaya başladı çocuğu.
“Dayan, yavrum dayan.”
Çakıl taşların üstünden, yere düşmeden çayın kenarına vardığında, birkaç annenin çocuğuyla orada olduğunu gördü. Çocuklarda ishal başlamıştı. Tüm annelerin korkusu bu salgının dizanteriye dönüşmesiydi. Yetişkinlerde görülse de o kadar korku yaratmıyordu. Çünkü yetişkinlerde bir dayanma gücü vardı. Yalnız bebeklerde ve çocuklarda bunu beklemek zordu. Beslenme yetersizliği, su sıkıntısı oradaki insanları hayli yormuştu. Hele hele yurdunu, yuvasını bırakıp güzel bir yaşam ortamından kopmak, buralarda hiç beklemediği şartlar altında yaşamayı kabullenmek kolay olmasa gerek.
Başka seçenekleri yoktu, Derecik’ e girmeden önce geniş ovada yığın yığın insanlar yayılmışlardı. Alabildiğine gelişi güzel bir yerleşim, kendini meçhule adayan mazlumlar yığını. Çaresizler topluluğu. Aynı çayın hem suyundan içiyorlar, hem de çanak çömleklerini ve elbiselerini yıkıyorlardı. Havaların soğuk olmasına rağmen çocuklar annelerini suyun kenarına kadar takip ediyor, çayın içine dalmaya koşuyorlardı. Giysileri ıslansa da, vücutları soğuk alsa da yapacak fazla bir şey yoktu. Çocuktu onlar. Oynamak onların da hakkıydı. Ama bunun sonrası anneler için endişe, korku ve hastalık anlamına geliyordu. Çünkü yeteri kadar elbise yoktu. Havanın rutubetli olmasından ötürü yıkanan elbisenin kuruması da uzun zaman alıyordu. Soğuk, çocukların iliklerine kadar işliyordu. Kimisinde öksürük başlangıcı görülmeye başlamıştı, kimisinde de ishal.
Yaşlı teyzeler bilgelikleriyle, kuru çay yaprağını ishali olanlara tavsiye ediyorlardı. Yoğurdu da önerenler vardı. Ama bu dağlarda, şehirden kopmuş insanlar için erzak depolamak diye bir şey yok ki. Ne bulduysan günü birlik idare edeceksin. Bölgede dolaşan ve asayişi sağlayan jandarmaların da yapacak bir şeyleri yoktu. Anneler, ne kadar jandarma erlerine yakınsalar da nafile. Onlar, ancak amirlerine durumu iletmekten başka bir şey yapamıyorlardı. Zaman zaman annelerin gönüllerini almak için amirlerine söylediklerini, amirin hemen kaymakamı aradığını, kaymakam da doktorun yola çıktığını söylese de anne yüreği bu, laf dinlemez diken üstünde bekler. Toprak yolu, dağların arasını gözler dururlar, doktorun gelişini beklediler hep.
Hala umudu vardı. Korku tam anlamıyla içini sarmamıştı. “Bir insanın günde altı kez tuvalete çıkmasında endişe edilecek bir şey yok.” Diyen bazı doktorların bu sözü beyninin bir köşesinde saklı duruyordu. Beş kez’ in, sınırı zorlayan bir durum olduğunun da farkındaydı.
“İğne ipliğe döndün balam!” çayın kenarında çocuğunun altını temizlerken tanımadığı bir annenin ağlayışını duydu.
Kendi midesinde de buruklar ve sancılar vardı. Çocuğun durumu, endişesi ona her şeyi unutturmuştu zaten. Kendini bile unutmuştu. Sancı o kadar ağırlaşsa da önemi yoktu. Öncelik çocuktu.
Ateşin etrafında halka şeklinde oturan erkeklerin arasında Ahmet’in yüzü kor ateşin etkisinden kıpkırmızı kesilmişti. Etrafındakiler bir şeyler konuşup mırıldansalar bile ara sıra gözler, Ahmet’i seziyordu. Nemli ayakkabısını o kadar ateşe yaklaştırmıştı ki gön ve deri kokusu oturanları rahatsız etmeye başlamıştı.
“Dikkat et ayakların yanacak” diye yanındakinin uyarmasıyla irkilip, hemen ayaklarını çekti. Ve gözleri uzun mesafeleri kateden ayakkabılarının her iki çifti de deri köseleden birkaç yerden ayrılmış, ayakları su içinde kalmıştı.
Yirmi üç günden beri Kerkük’ten ayrılmış, yollara düşmüşlerdi. Güçleri yettiği kadar bazı hafif eşyalarını alıp çıkmışlardı. Uçakların saldırısına dayanamayıp, ömür boyu topladığı parayla Ayşe’ ye birkaç parça altın almıştı. Birde nişanda hediye ettiği nişan takımı vardı. Uçak mermilerinin yarattığı telaştan onları da evde unuttular. Kerkük’ te yaşadıkları telaş ve anlam veremedikleri olaylar karşısında, küçük dillerini yutmuş gibiydiler. Birkaç gün önce kuzeyden gelenler şehrin altını üstüne getirdiler. Her yer talan oldu. Her yer yakıldı. Üç gün sürmeden güneyden topla uçakla başka bir saldırı başladı. Kerkük, mengenenin iki ağzı arasında kaldı. İki haydudun hesaplaşmasında fatura Kerkük’e kesilmişti.
Bir el çantasını dolduracak kadar elbise aldılar yanlarına. Mart ayının son günleri olmasına rağmen, çocuğa fazlasıyla giysi giydirdiler. Kendileri, üstlerine giydikleri kalın kazak ve ceketin altında sırılsıklam terleseler bile, farkında olmadan ceketin düğmelerini iliklediler. Topladıkları birkaç dinarı aldılar. Altınlar ise, Ahmet Ayşe’nin, Ayşe de Ahmet’in aldığını sanmıştı. Böylece, kara günde insanı maddi sıkıntılardan kurtaracak olan altınları unutuvermişlerdi. Komşunun “Haydi Ahmet, haydi Ahmet, geç kaldık. Bu sefer saldırı Kerkük’e güneyden başlayacak, uçakların arkasından ordu basacak şehri. Hem de toplarla, tanklarla!” bağırmasına, hemen Yavuz’u kucağına kapar gibi almış, peşinden de Ayşe koşarak komşunun pikapına atlayıvermişlerdi. Kuşların yavruları üstüne kanadını gerdiği gibi, çocuklarını kucaklarında iki kolunun arasına saklayıp üstlerine yattılar. Bindikleri pikapın arka bölmesinde uzanıp önce çocuklarını, sonra kendilerini kör kurşundan, şarapnelden korumaya çalıştılar.
Arkalarında, doğup büyüdükleri şehri, güneyden ayrı kuzeyden ayrı çatışmaların kurbanı olan şehri bırakmışlardı. Onlar silahlarla top tüfek geliyorlardı, yetmiyor uçaklar zaman zaman devreye giriyordu! Kerkük Türkmenleri ise silahsız savunmasız bir durumda iki ateşin arasında kalmışlardı. Silahsız insanlara saldırmak kolay oluyordu. Ondandır ki uçaklar şehri terk edenlerin peşini bırakmıyordu.
Kerkük’ü terk edenler önceleri kafalarında, bu tehlike bir iki gün içinde bitiverir ve herkes tekrardan yerine yurduna geri döner. Ama uçakların saldırıları, yolun hemen hemen tamamında mermi yağdırmaları, bu insanları korkuttu. Ya öleceksin ya da şehirden göçüp СКАЧАТЬ