Название: Her Yol Mübah
Автор: Джек Марс
Издательство: Lukeman Literary Management Ltd
Жанр: Современные детективы
Серия: bir Luke Stone Gerilim Romanı
isbn: 9781632916419
isbn:
Halil_Cibran
Masaüstü göründü ekranda. Arka planda, önünde sarı ve yeşil çimlerin uzandığı karlarla kaplı bir dağ fotoğrafı vardı.
“İşe yaradı. Teşekkürler, Ali.”
Luke kargo pantolonunun yan cebinden, Swann’dan aldığı belleği çıkardı. USB girişlerinden birine taktı. Bu belleğin hafızası devasa boyuttaydı. Bu adamın bilgisayarındaki bilgilerin tamamını kolayca yutabilirdi. Şifrelenmiş bilgiyi kırmakla daha sonra uğraşabilirlerdi.
Dosya transferini başlattı. Ekranda yatay bir yükleme kutucuğunun içinde bir gösterge çubuk belirdi. Gösterge çubuğu, sol taraftan başlayarak yeşil renkte dolmaya başlamıştı. Yüzde üç, yüzde dört, beş. Bu çubuğun altına, dosya isimleri bir fırtına gibi görünüyor ve kayboluyor, ve her biri hedefteki belleğe kopyalanıyordu.
Yüzde sekiz. Yüzde dokuz.
Ana odanın hemen dışında, ani bir bir karmaşa ve gürültü kopmuştu. Ön kapılar patlarcasına açılmıştı. “Polis!” diye bağırdı biri. “At silahını! At yere!”
Dairenin içinde ilerliyor, bir şeyleri deviriyor, kapıları kırıyorlardı. Gelen seslere bakılırsa içeride bir sürü polis vardı. Her an burada olabilirlerdi.
“Polis! Yat! Yat! Yat yere!”
Luke yükleme çubuğuna bir bakış attı. Yüzde on iki de takılmış görünüyordu.
Nassar, Luke’a baktı. Gözlerini yoğun bir şekilde örten göz kapaklarından damlalar akıyordu. Dudakları titriyordu. Yüzü kırmızıydı, neredeyse çırılçıplak vücudu ter içinde kalmıştı. Hiçbir şekilde zafer kazanmış veya hakkı korunmuş görünmüyordu.
13. Bölüm
Saat 07:05
Baltimore, Maryland, Fort McHenry Tüneli’nin Güneyi
Eldrick Thomas bir rüyadan uyandı.
Rüyada; dağlarda, yüksek bir yerde, bir kulübedeydi. Hava soğuk ve temizdi. Rüya gördüğünü biliyordu çünkü daha önce hiç böyle bir kulübede bulunmamıştı. İçeride, ateşi yanan, taştan bir şömine vardı. Ateş ılıktı ve ellerini alevlere doğrultmuştu. Yan odada büyükannesinin sesini duyabiliyordu. Eski bir kilise ilahisi okuyordu. Çok güzel bir sesi vardı.
Gözlerini gün ışığına açmıştı.
Büyük acı içindeydi. Göğsüne dokundu. Kandan yapış yapış olmuştu ama ateş edilmek onu öldürmemişti. Radyoaktiviteden dolayı hastaydı. Bunu hatırladı. Etrafına bakındı. Etrafı çalılarla kaplı bir çamur birikintisinde yatıyordu. Soluna doğru oldukça büyük bir su birikintisi gibi bir şey görüyordu, bir nehir veya bir liman gibi. Yakında bir yerlerde bir otoyol olduğunu duyabiliyordu.
Ezatullah onu oraya kadar kovalamıştı. Ama bu… uzun zaman önceydi. Ezatullah, muhtemelen çok uzaklardaydı şimdi.
“Hadi adamım.” sesi karga gibi çıkıyordu. “Hareketlenmelisin.”
Orada öylece kalmak kolaydı. Ama eğer böyle yaparsa ölecekti. Ölmek istemedi. Artık cihatçı olmak istemiyordu. Sadece yaşamak istedi. Hayatının geri kalanını hapiste geçirse bile problem değildi. Birçok kez hapse girmişti. İnsanların iddia ettiği kadar kötü değildi.
Ayağa kalkmaya çalıştı; ancak, bacaklarını hissedemiyordu. Bacakları gitmişti. Karnının üstüne yuvarlandı. Elektrik çarpmışçasına içi kavruldu sanki. Karanlık bir yere gitmişti. Bir süre sonra geri döndü. Hala oradaydı.
Sürünmeye başladı, elleriyle toprağı ve çamuru kavrıyor ve kendini ileri doğru çekiyordu. Bir tepenin en üstüne sürükledi vücudunu, dün gece üstünden düştüğü tepe, hayatını kurtaran tepeydi bu. Acı yüzünden ağlıyordu, ama devam etti. Acıyı pek önemsemiyordu, sadece bu tepeyi çıkmaya çalışıyordu.
Uzun bir süre geçti. Çamurun içinde yüzüstü yatıyordu. Çalılar burada daha bir yoğundu. Etrafına baktı. Nehrin üstündeydi. Çitteki delik tam karşısında duruyordu. İçinden sürüklenerek geçti.
Tam çitin dibinde, kendini doğrultmaya çalışırken yakalandı. Acı içinde bağırıyordu.
İki yaşlı siyahi adam beyaz kovaların üzerinde oturuyorlardı, pek de uzakta değillerdi. Sürreal bir netlikle görebiliyordu onları. Daha önce kimseyi bu kadar berrak bir şekilde görmemişti. Oltaları, olta takımı kutuları ve büyük beyaz bir kovaları vardı. Tekerlekli, büyük, mavi bir buzlukları vardı. Büyük beyaz torbaları ve köpük McDonald’s kutuları vardı. Arkalarında da eski ve paslı bir Oldsmobile.
Sanki cenneti yaşıyorlardı.
Tanrım, lütfen onlar gibi olayım.
Bağırınca iki adam da ona doğru koştu.
“Dokunmayın bana!” dedi. “Ben zehirliyim.”
14. Bölüm
Saat 07:09
Beyaz Saray – Washington, DC
Amerika Birleşik Devletleri başkanı, Thomas Hayes, kumaş pantolonu ve gömleğiyle, Beyaz Sarayın aile mutfağındaki tezgahın yanında, ayakta duruyordu. Bir muz soydu ve kahvenin olmasını bekledi. Yalnız olduğu zamanlarda, buraya sessizce gelir ve kendine basit bir kahvaltı hazırlamaktan hoşlanırdı. Henüz kravatını bağlamamıştı bile. Ayakları çıplaktı. Ve karanlık düşünceler onu kemiriyordu.
Bu insanlar beni canlı canlı yiyorlar.
Bu düşünce, zihninde davetsiz misafir gibiydi, bugünlerde daha sık yaşanmaya başlamış bir şeydi bu. Bir zamanlar, bildiği en iyimser insandı o. En genç zamanlarından beri, nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın en iyi performans gösteren kişi olmuştu. Sınıfının en iyi derecelere sahip öğrencisi olarak okula veda konuşmasını o yapmıştı, kürek takımının kaptanlığını o yapmıştı, okul öğrenci konseyinin başkanlığını da o yapmıştı. Yale’den en yüksek onur derecesi ile mezun olmuştu, Stanford’dan en yüksek onur derecesiyle mezun olmuştu. Fullbright bursiyeriydi. Pensilvanya Eyalet Senatosu Başkanıydı. Pensilvanya’nın valisiydi.
Her zaman, her probleme, doğru bir çözüm bulabileceğine inanmıştı. Liderliğinin gücüne hep inanmıştı. Dahası, her zaman insanların içten ve kökten iyi olduklarına inanmıştı. Bunların hiçbiri artık doğru değildi. O koltukta beş yıl oturmak, içindeki iyimserliği hırpalamış, mağlup etmişti.
Saatlerce, uzun uzun çalışmaya tahammül edebilirdi. Farklı departmanların yönetimini ve bitmek bilmeyen bürokrasiyi idare edebilirdi. Son zamanlarda Pentagon’la düzeyli ilişkiler içerisindeydi. Gizli Servis’in, hayatının her alanını istila edişini ve onu yedi yirmi dört takip edişini kaldırabilirdi.
Hatta medyaya ve bel altı vuruşlarına bile katlanabilirdi. СКАЧАТЬ