Название: Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-79-2
isbn:
Fakat Nilüfer’in dem tablasına63 ellerini koyup boyun kestikten sonra sunduğu kadehi içmedi, gene tablaya bıraktı ve birden korkunçlaşan gözlerini Hüseyin’e çevirdi.
“Sen…” dedi. “Gündüz farkında olmadın. Haydar Baba yolsuzluk etti, cezaya hak kazandı. Ben onu ölüme mahkûm ettim. Yakında göç borusunu çalıp yürüyecek!..”
Böğürür gibi gülüyor, öğürür gibi gülüyor ve boyuna gülüyordu. Çakırkeyif olan Hüseyin, gözü kan, dudakları kahkaha savuran bu adama baktıkça yüreğine bir titreme geldiğini seziyordu. Onun -eli öpülen, eteği öpülen- bir babayı ölüme mahkûm ettiğini güle güle söylemesinden bilhassa haşyet alıyordu, iç bulantısı duyuyordu.
Nakilci, neden sonra gülmesini kesti ve gözlerindeki vahşi parıltıyı giderdi.
“Senin yoluna…” dedi. “İlk kurban o oldu. Akıllı davran ki seni de bir başkasına kurban etmeyeyim.”
Mabeyin aralığındaki ihtarı tekrar etmek istiyordu, fakat Nilüfer’in yanında bu mevzuyu açığa vurmadı, kısa bir kahkaha daha savurarak şarap kadehine yapıştı:
“Haydi Hüseyin!” dedi. “Nur olsun. Çek!”
Ve kalın eliyle gür bıyıklarını silerek bir yastığa yaslandı, homurdandı:
“Nefesi oku. Ben ‘yeter’ deyinceye kadar oku!”
Nilüfer, dem tablasının biraz gerisinde el pençe divan duruyordu, Hüseyin de alkol dumanlarıyla dolu kafasının içini buluta sarılı bir mehtap gibi kaplayan Seher’i seyrede ede okuyordu:
Gel benim sarı tamburam
Sen niçin inilersin?
İçim oyuk, derdim büyük
Seher diyu inilerim!
Nakilci, besteden ziyade güfteye alaka gösteriyordu, sesin ahenginden derin surette zevk almakla beraber kelimeleri tartar gibi görünüyordu. Hele Hüseyin’in ağzında Seher ismi belirdikçe garip bir uyanıklıkla gözlerini açıyor ve o kelimenin mefhumunu delikanlının dişlerinde arıyormuş gibi, bakışlarına avcı hassasiyeti takıyordu.
O üç kişilik mecliste şuuruna yegâne sahip kalan saki kız, efendisinin bu durumunu yan gözle murakabeden geri durmuyor ve aynı zamanda Hüseyin’in güzelliklerini derece derece ölçüyordu. Bütün ev halkını -dişili, erkekli- sarhoş etmekten zevk alan Nakilci, bu gece -pek fazla kaçırmış yahut karışık hülyalara kapılmış olmalı ki- oda hizmetine seçerek sakiliğe sevk ettiği şu körpe kıza şarap içirmemişti, öyle bir teklifte bulunmamıştı. Hâlbuki Nilüfer, ömründe belki ilk defa dumanlara bürünmek, idrakini ve iradesini kaybedip yerlerde sürünmek iştiyakındaydı. Hüseyin’in saçlarına baktıkça bu iştiyakı, ta yüreğinin içinde tel tel titremeye başlıyor; Hüseyin’in gözlerine gözleri kaydıkça, gene o iştiyak dudaklarında alevli bir iştiha hâlini alıyor; delikanlının sesi ise o iştihayı yelpazeleye yelpazeleye yangın hâline getiriyordu.
Nakilci’nin tek erkek ve sayısız kadın sistemine bağlı harem eğlenceleri iftarı kıt bir oruç hayatı yarattığından Nilüfer’le arkadaşları hep rüya ile tagaddi etmek mecburiyetinde kalıyorlardı. Lakin o gıda, fâni bir teselli olmaktan ileri gidemiyordu ve zevk sofrasına daima aç oturup gene aç kalkan bu kızlar, bir lokma aşk için manasız hülyalara keşkül uzata uzata ömür tüketiyorlardı.
O evde erkeklerin çoğaldığı da görülmez değildi. Babalar, ağalar ve köçekler ara sıra hareme sokularak âlemler yapılırdı. Fakat Nakilci’nin huzurunda her erkek cinsî vasıflarını inkâr eder gibi bir duruma büründüğü için tek erkek ve sayısız kadın sisteminde değişiklik hissolunmazdı. O sebeple Nilüfer ve arkadaşları misafir ağırlamayı tatsız bulurlar ve yalnız Nakilci’nin sıkletine tahammül etmeyi tercih ederlerdi.
Bu geceki konuk öbür misafirlere benzemiyordu. Güzellik bakımından taşıdığı fevkaladelikle beraber Nakilci’ye karşı serbest de bulunuyordu. Nilüfer, onun ya toyluktan ya nefsine güvenden doğan bu kayıtsızlığını sezdi, ondan bir şeyler ummaya başladı. Başka misafirler gibi cinsiyetini inkâr etmeyeceğine zahip olduğu bu delikanlıya şimdi kendini beğendirmek kaygısındaydı, buna muvaffak olursa kendini aylardan beri rahatsız eden tek erkek ve sayısız kadın sisteminden öç alabileceğini ümit ediyordu.
Bakışlarını, fakat hiçbirine sezdirmeden, iki erkek üzerinde nöbetle dolaştırarak bu hesapları yürütürken Nakilci’nin müsamaha tanımayan vahşi hiddetlerini, şiddetlerini hatırladı, bir günah saati yaratmak emelinden feragat eder gibi oldu. Nakilci, misafirlerden birine gülerek baktığı için bir genç halayığı sepete koyarak yirmi dört saat kuyuda bırakmış, kadeh sunan halayığın parmağını sıktığı için de bir köçeği hadım kılığına sokmuştu.
Şu hâlde sesi güzel, yüzü güzel, endamı güzel delikanlıyı baştan çıkarmaya savaşmak tehlikeli bir işti. Böyle bir teşebbüs hayata mal olabilirdi. Lakin o tehlikenin yanı başında da Hüseyin’in gözlerindeki ışığı içmek, onun endamında uzanan taptaze erkek kudretini tatmak ve onun sesindeki sihri emmek zevki vardı. Nilüfer ceza endişesiyle günah cazibesi arasında bocalayan idrakine sükûn verebilmek için hayli bocaladı ve nihayet Hüseyin’in sesinden benliğine yayılan zelzele ile günah tarafına meyletti.
Artık azmi kuvvetlenmiş, kararı katileşmişti. Fakat Hüseyin’i ve nefsini korumayı da ihmal etmek istemediğinden efendisini sızdırmak yolunu arıyordu. Bu arada “Seher diyu inilerim!” nefesi belki yirmi kere okunmuş ve nefesin her tazelenişinde Nakilci ile Hüseyin birer kadeh boşaltarak sarhoşlukta yeni yeni merhaleler aşmış bulunuyordu.
Nilüfer, işte bu durumdan da istifade etti, kendiliğinden Nakilci’ye şarap sunmaya başladı. Herif hep “Seher” kelimesinin mefhumunu Hüseyin’in ağzında aramakla meşgul olduğundan bu ikramın farkında bile olmuyordu, ağzına verilen zehri şuursuz bir durumda midesine geçiriyordu.
Bu sahne, nefesi okumaktan nefesi kesilen Hüseyin’in, yorgun ve bitkin, susmasına, başını bir yastığa dayayarak dalgınlaşmasına kadar devam etti. Sarhoş delikanlı vect içinde adını haykırdığı Seher’in şimdi hayalini yanına yatırmıştı, hasta bir sükût içinde ona yüreğini seyrettiriyordu.
Nakilci onun bitkinleştiğini görünce Nilüfer’i çağırdı, peltekleşen bir dille emir verdi:
“Ben de yıkılmak istiyorum. Lakin daha vakit var. Sen birbiri ardınca bana üç kadeh sun. Sonra git papağanı çağır.”
Nilüfer üç değil, beş kadeh sundu, korkunç ayyaşın tehlikesiz bir yığın hâline gelmesi için az bir şey kaldığını anlayarak sevindi ve neşeli neşeli sordu:
“Misafiriniz sızıyor. Papağan gelmeden onu örteyim mi?”
Nakilci uzun ve bulanık bir bakışla Hüseyin’i süzdü, homurdandı:
“Sonra örtersin. Yahut örtmezsin. Bu pek gerekli iş değil. Bana papağan lazım. Haydi koş, onu getir.”
СКАЧАТЬ
62
Ayin-i cem, Bektaşi tarikatında olanların -kaçsız, göçsüz- yaptıkları içkili, danslı toplantılara denilirdi. Bu ayin için en çok kış geceleri seçilirdi. Ayinden önce “gözcü” adı verilen canlar paçaları sıvarlar, mıntıkalarını tarassut altında bulundururlardı. Gece olunca köy, oba veya mahalle halkı, yani ikrarı alınmış Bektaşiler toplantı yerine giderlerdi. Ayine erkekle kadın müsavi haklarla girerlerdi. Yani üstünlük ve ayrılık gayrılık yoktu. Baba, yüksekçe bir mindere oturmuş bulunduğu hâlde cemaati beklerdi. Onun oturuşu da muayyen bir şekilde olurdu. Yani ellerini dizlerine dayar, koltuklarını açardı.
Ayin yerine girecek olanlar kapının önünde dururlar, boyun keserlerdi ve baba destur ettikten sonra içeri girerek babanın avucunun içini öperler, geri geri çekilirler ve gene onun desturuyla oturabilirlerdi.
Ayinlerde “yasacı” denilen bir adam bulunurdu. Onun vazifesi sakileri, raksa ve semaya çıkacak olanları ayırmak, taşkınlık edenleri terbiyeye davet etmek, yüksek sesle konuşanları susturmaktı. Kadınlar ancak babanın ve yasacının emriyle sakilik yapıp semaya kalkabilirlerdi. Sakiler ilkin dem tablasının kenarına ellerini koyup boyun keserlerdi, sonra dönüp herkese dem sunarlardı.
Ayin-i cemlerin sonunda yemek yiyenler, gülbanka çekilirdi. Evlenmeyen erkeklerin ve kadınların ayinlere girmeleri caiz değildi. (e.n.)
63
Dem tablası: İçine içki veya şerbet bardaklarının konduğu, derinliksiz düz kap. (e.n.)