Название: Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-
Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
isbn: 978-625-6865-79-2
isbn:
Nakilci ile bir kadeh daha tokuşturduktan sonra, düşüncesini açığa vurdu:
“Ağa!” dedi. “Ben de bu alaya katılacağım.”
Sarhoş zorbanın da düşüncesi zaten buydu, onu raksa kaldırmaktı. Delikanlının kendiliğinden böyle bir dilekte bulunması üzerine geniş geniş gülümsedi, şen şen homurdandı:
“Durduğun kabahat. Dön, sen de dön. Beynim gibi dön, yüreğim gibi dön.”
Şimdi, o, bir düzine yıldız arasında tek bir güneş gibi pırıl pırıl dolaşıyor, kaidesiz sıçrayışlarla ve nizamsız süzülüşlerle durmadan dönüyor, dönüyordu. Fakat her çılgın adım onun kafasında bir hercümerç yarattığı için, çok geçmeden sendelemeye başladı, dönmek kudretini kaybederek yalpalamaya girişti.
Nakilci, tam manasıyla sarhoş bulunmasına rağmen, bu vaziyeti sezmekte gecikmediğinden müdahaleye lüzum gördü:
“Yıkılacaksın Hüseyin. Oyunu artık bırak, yanıma gel.”
Ve ona bir bardak şarap daha sunarak dizlerinin dibine oturttu.
“Bugün…” dedi. “Kahvede okuduğun nefesi üfle.”
Hüseyin, ayılır gibi oldu. Çünkü istenilen nefeste Seher’in adı vardı ve onu benliğinin bütün kudretiyle haykırabileceğini düşünmek kendisine taze bir hayat, yepyeni bir zindelik vermişti. Bununla beraber tereddütten kendini alamadı. Babaların, ağaların yanında Seher’in adını diline almak yüzünden hissetmiş olduğu nedametin hatırası alkol dumanıyla dolu kafasında kımıldanmaya başlamıştı.
Nakilci onun tereddüdünü sezmediği hâlde, başka bir mülahaza ile sabırsızlık göstermiyordu, dalgın dalgın düşünüyordu. Sarhoşluğunu sert bir irade hamlesiyle yenip gizli mülahazalar yürüten korkunç zorba, uzunca bir sükûttan sonra başını kaldırdı ve nedimlerine, musahiplerine, dalkavuklarına yol veren bir hükümdar ağzıyla gürledi:
“Halvet!..”
Bu kelime büyülü bir nefes gibi bir lahza içinde odayı ıssızlattı. Sazendeler neylerini, tamburlarını, utlarını, deflerini, şeştarlarını, kanunlarını yakalayarak, köçekler de eteklerini toplayarak sessiz bir telaşla sofaya döküldü ve Nakilci ile Hüseyin baş başa kaldı. Delikanlı “halvet”in ne demek olduğunu bilmiyordu. Bu sebeple o kalabalığın silinip kayboluşunu hayretle takip ediyordu. Aynı zamanda kaçışa benzeyen şu gidişe kendinin de iştirak edip etmeyeceğini kestiremediğinden üzüntülü bakışlarla Nakilci’den işaret bekliyordu.
Sarhoş zorba, gene dalgın bir durumla, yerinden kalkmıştı. Muvazenesini toplamaya çalışıyordu. Ayaklarının alkol yüklü bedenini taşıyacağına kanaat getirdikten sonra Hüseyin’in ellerine yapıştı:
“Nefesi…” dedi. “İçeride oku. Seni dinlemesini istediğim bir kuşum var. Bu nefesten o da haz alsın.”
Delikanlıyı birlikte yürüttü, iç içe odalardan geçirerek mabeyin adı verilen aralığın eşiğine getirdi. Cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı:
“Gir!” dedi. “Bu yol bizi hareme götürür!”
Sonra kötü kötü güldü:
“Harem dediğime bakıp da beni evli sanma. Omzuma nikâh yükü almadım. İmam duasıyla şeriat evine girmedim. Yalnız bir kafes kurup adını harem koydum. Kafeste her cinsten kuş bulunuyor: Serçeden bülbüle kadar her kuş!.. Hele kumral bir papağanım var ki eşini ne Hint’te bulursun ne İran’da. Bana mahsus, cenabıma mahsus, zatıma mahsus, Nakilci Hazretleri’ne mahsus!..”
Ve birden vahşileşti, Hüseyin’in ellerini kıracak kadar sıktı:
“Sana yan bakanın gözünü çıkarırım, ciğerini koparıp köpeklere atarım! Eğer sen de papağanıma kem gözle bakarsan aynı şeye uğrarsın! İlkin kör olursun, sonra kara toprağa gömülürsün! Nakilci’nin şakası yoktur! Bunu bil, ayağını denk al.”
O aralığın ilerisinden cıvıltılar duyuluyordu ve Hüseyin’e gerçekten bir kafes önünde bulunulduğu zehabını veriyordu. Delikanlı, Seher’in aşkıyla iliğine kadar dolu olduğu için ne o cıvıldayan ağızları merak ediyordu ne de Nakilci’nin korkunç tehdidinden mana seziyordu. Peri padişahının kızını yanına getirseler yüzüne bakacak değildi, güneşi kadın biçimine sokup önüne atsalar, değer verecek mevkide bulunmuyordu. Bu sebeple ve çok samimi bir sesle ağaya cevap verdi:
“Ne bülbülde gözüm var ne papağanda. Bana kendi gönlümün kuşu yeter!”
Zorba yeniçeri, sesindeki vahşi ahengi bozmadan tekrar etti:
“Benden söylemek, senden dinlemek. Başın sana gerekse sözümü unutmazsın!”
Hüseyin sustu ve koluna yapışan Nakilci’nin kılavuzluğuyla kafese girdi. Selamlık gibi burası da döşeliydi ve çok aydınlıktı. Şuradan buradan körpe körpe kızlar, beyaz ve siyah çehreler görünerek kaçışıyorlardı. Zorba, ilk varılan sofanın ortasında durdu, nara atar gibi bağırdı:
“Hey kızlar, hep çıkın! Yanımdaki yabancı değil. Kaça göçe lüzum yok.”
Evvelce cıvıltılarıyla, sonra da görünüp kaçışlarıyla varlıklarını belli eden halayıklar bu sert haykırış üzerine boy gösterdiler. Yerlere kadar eğilerek efendilerini selamladılar. Sayıları bir düzineden artıktı, renkleri de o kadar çeşitliydi. Fakat beyaz, kumral, sarı, siyah ve Habeşi olsun, hiçbirisi yaşça geçkin değildi ve hepsinde körpeliğin kıvraklığı gülümsüyordu.
Nakilci bu halayık mangasını mağrur bir bakışla süzdükten sonra içlerinden birine doğru parmağını uzattı:
“Nilüfer!” dedi. “Bu gece hizmetimize sen bakacaksın. Sofrayı hazırla. Papağana da söyle, giyinip süslensin. Çağırılır çağırılmaz yanıma gelsin!”
Kız “Başüstüne efem!” deyip süzülürken o, gene Hüseyin’in koluna girdi, büyücek bir odaya götürdü.
“Burası…” dedi. “Kafesin bir köşesidir. Ben kuşlarımı burada havalandırırım, burada sevip okşarım. Sen de burada öteceksin.”
Ve sarhoş bir gevezelikle uzun uzun anlattı:
“Sofada gördüğün kızlar, kul cinsidir. Para ile alınmışlardır. Yumruk hakkı, yiğitlik hakkı olarak kafese sokulan yosmalar başkadır. Onlar ayrı ayrı odalarda yaşarlar. Ben emredince yanıma gelirler. Demin haber yolladığım papağan o yosmaların başıdır.”
Kahkahalarla güldü, kasıklarını tuta tuta güldü, gözlerinden şarap dökülünceye kadar güldü ve kendini güçlükle toplayıp ilave etti:
“Papağanım СКАЧАТЬ