Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt. Ahmet Cevdet Paşa
Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt - Ahmet Cevdet Paşa страница 48

Название: Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt

Автор: Ahmet Cevdet Paşa

Издательство: Elips Kitap

Жанр:

Серия:

isbn: 978-625-6865-40-2

isbn:

СКАЧАТЬ meydan buldu ve her tarafa korkusuzca bölükler gönderilir oldu. İslam dini günden güne kuvvet ve şeref kazandı.

      İslamiyet’in İnsanlara Tesiri

      Cahiliye zamanında Araplar, haksız yere kan dökmek ve yoksulluk bahanesiyle kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek gibi, insanlığa yakışmayan, fena huylardan sakınmazlardı. Hırsızlık ve zina gibi çirkin işlerden çekinmezlerdi.

      İslam dininde bu gibi kötü huylar ve çirkin işler yasaklandı. İnsanlara üstün ve güzel huylar, faydalı işler yapmaları emredildi. Bu yolda öğütler verildi.

      Akıl ve insafı olanlar, Hazreti Peygamber’in mucizelerini ve İslam dininin güzelliklerini görüp iman ettiler. Kabile ve aşiretlerin ileri gelenlerinden çoğu, dillerini çok iyi bilen, çok düzgün ve güzel konuşan, şair ruhlu kimseler olduklarından, Kur’an’ın edebî yönü bakımından son derece yüksek ve erişilmez niteliğine bakarak insan sözü olamayacağını anladılar fakat kavim ve kabilelerine hükmetmeye alışmış olduklarından, bulundukları mevkileri ellerinden çıkarmamak için halkı eski sapık inançlarda tutmakta direndiler.

      Hele Kureyşlilerin başları olan kişiler, kendi içlerinde yetişip büyümüş olan şanlı peygambere halk kesimiyle beraber uymaktan utanıyorlardı. Hatta bazıları apaçık bir mucize olan Kur’an’ın yüksek ve asla erişilmez edebî yönüne diyecek bir söz bulamayarak, “Bu Kur’an Mekke ulularından Velid İbni Mugire ya da Taif şehrinin beyi olan Urve İbni Mesud Sakafi gibi büyük bir adama inmeliydi.” dediler.

      Bak şu batıl düşüncelere ki kendi aralarında mal ve itibarca büyük bildiklerini, gerçekten büyük sanırlar ve peygamberlik makamının onlardan beğendiklerine verilmesini isterlerdi. Hâlbuki büyük sandıkları adamlardan Velid İbni Mugire gibi bazıları çok geçmeden Mekke’de öldü. Birçoğu da Bedir’de öldürüldü. Bu yüzden Mekke reisliği Ebu Süfyan’da kaldı.

      Urve İbni Mesud Sakafi, gerçi daha sağdı ve Taif’te hüküm sürüyordu. Fakat kardeşinin oğlu olan Mugire İbni Şu’be Sakafi; Malikoğullarından, “Lât” adındaki put evinin hizmetçisi olan on üç kişiyi öldürmüştü. Bundan dolayı Malikoğulları ile Mugire’nin kabilesinin arasına büyük düşmanlık girmişti.

      Urve, tedbirli ve hatırı sayılır bir adamdı. Bu on üç kişinin diyetlerini verdi ve iki tarafı birbiriyle barıştırdı. Mugire ise Hendek Muharebesi’nden sonra Medine’ye geldi ve İslam ile şereflendi. Mu-gire çok hazırcevap, cin fikirli ve amcası gibi şan ve şöhret sahibi bir adamdı. Bunun için onun imana gelmesi, Müslümanları sevindirdi, müşriklerin ise gücüne gitti.

      Kureyş reislerinden ölenlerin yerlerine geçen İkrime İbni Ebu Cehil ve Safvan İbni Ümeyye gibi yeni reisler de babalarının yolunda direnmekte iseler de pek o kadar halkın fikirlerine karşı duramıyorlardı.

      Fakat Resul-ü Ekrem ile harp ettiklerinden, onlara uyan halk tabakasının çoğu, Müslümanlar ile kaynaşamadı ve İslam dininin güzelliklerini tanıyamadı. Diğer kabile ve aşiretler de Kureyş ile Müslümanlar arasındaki muharebelerin sonunu bekliyorlardı.

      Bununla beraber bir vesileyle İslam dininin güzelliklerini öğrenenler ve özellikle Resul-ü Ekrem’in kutlu yüzünü görenler de yavaş yavaş imana geliyorlardı çünkü Fahr-i Âlem’in (s.a.v.) yüzü herkesten daha güzel ve ahlakı tamdı. Bütün azası tam, birbirine uygun ve seçkin bir hâlde, bütün vasıfları ise ölçülü ve en güzel şekilde idi. Yüzünde nur ve güzellik, sözünde akıcılık ve hoşa gidicilik, dilinde en güzel ifade kolaylığı ve dil açıklığı, anlatışında son derece yüksek bir işleyiş vardı ki her tabakadan insan kendi anlayışı kadar söylenenden mutlaka hissesini alırdı.

      Asla boş söz söylemezdi. Her sözü hikmet ve nasihat idi. Herkesin akıl, anlayış ve kavrayışına göre söz söylerdi. Güler yüzlü, tatlı sözlüydü. Ev halkına, hizmetçilerine ve ashabına en güzel şekilde davrandığı gibi, diğer halka da yumuşaklık ve iyilikle muamele ederdi.

      Yumuşak ve alçak gönüllüydü, bütün olgunlukları kendisinde toplamıştı. Bununla beraber ağırbaşlı ve heybetliydi. Kutlu meclisine girenler, faydalanırlar ve ferahlanırlardı. Onu bilmeyen biri, ansızın görse, kendisini saygıyla karışık bir korku alırdı.

      Kısacası, bütün güzel huylar ve seçkin vasıfların hepsi tam manasıyla onda vardı. Benzeri yaratılmamış, kutlu ve mutlu bir insandı.

      Bu duruma göre Kureyş ile bir barış yapılıp da iki tarafın halkı birbiriyle serbestçe görüşebilseler, bütün müşrikler, İslam dininin güzelliklerini ve Resul-ü Ekrem’in mucizelerini görüp öğrenebilirlerdi.

      Böylece her tarafta İslam dinine umumi bir meyil olacağı ve kısa zamanda İslam dininin her tarafa yayılacağı açıktı.

      Kısacası İslam dininin Arabistan’da kolaylıkla yayılması için bir barışa ihtiyaç vardı.

      Hudeybiye Anlaşması

      Resul-ü Ekrem, Hicret’in altıncı yılında, zilkade ayının başlarında bin beş yüz kadar ashabıyla Medine’den çıkıp Mekke’ye gitti. Muhterem hanımlarından Ümmü Seleme’yi (r.a.) de beraber götürdü. Niyetlerinin muharebe değil, sırf umre ve Kâbe’yi ziyaretten ibaret olduğuna delil olmak üzere, silahlarını yanlarına aldırmayıp, sadece ashabına yolcu silahı sayılan birer kılıç aldırdı. Medinelilerin ihrama girme yeri olan Zülhüleyfe adındaki yere varınca ihrama girdi ve yetmiş kadar kurbanlık deveye nişan vurdu.

      Bakarsın Kureyşliler engellemek için muharebeye kalkışırlar diye Gıfar, Müzeyne ve Cüheyne gibi, Medine etrafında bulunan bedevi kabileleri de birlikte hac etmek üzere davet etti. Bu Arap kabileleri ise “Peygamber evvelce kendisini Medine’de kuşatan Kureyşliler içine gidiyor, kendisini tehlikeye atıyor. Artık geri gelme ihtimali yoktur.” diye birlikte gitmekten çekindiler. Akılları sıra ev işlerine bakacak kimseleri olmadığını bahane ederek özür dilediler.

      Resul-ü Ekrem Kureyş’in durumunu öğrenmek için Mekke tarafına casus göndermişti. Usfan denen yere varılınca, o casus dönüp geldi. Kureyş taifesinin, Resul-ü Ekrem’in Medine’den çıktığını haber aldıklarını, bazı Arap kabileleriyle birlikte toplanarak harbe hazırlanmış olduklarını ve iki yüz atlı ile Halid İbni Velid’i ileriye göndermiş olmalarıyla onun da Gamîm denen yerde beklemekte olduğu haberini getirdi.

      Bu haberler üzerine, Usfan’dan ileri hareket edildi. Fahr-i Âlem, “Sağ tarafı tutunuz.” emrini verdi. Bu sebepten ordu, yolun sağ tarafına meylederek sarp bir yokuşa vurdu. Halid İbni Velid onları uzaktan görünce hemen döndü, Kureyşlilerin yanına gidip durumu bildirdi.

      İslam ordusu öyle bir tepeye ulaştı ki oradan aşıldığı takdirde Kureyşlilerin Mekke dışında, Hudeybiye denen yerde ordu kurdukları yere iniliyordu. Allah’ın hikmetiyle, orada Resul-ü Ekrem’in bindiği Kusva adındaki deve çöktü. Ashap deveyi hayladı. Kalkmadı, serkeş hayvan gibi inat edip durdu.

      “Kusva durdu.” dediler. Resul-ü Ekrem, “Hayır durmadı ve böyle durma huyu yoktur fakat fili Mekke’ye girmekten alıkoyan, onu da durdurdu. Yani yüce Allah, fil ordusunu Mekke’ye girmekten alıkoyduğu gibi, bize de bu hâl ile girmeye izin vermedi.” dedi. Çünkü doğru Kureyş üzerine varılsa mutlaka muharebe etmek lazım geliyordu. Hâlbuki Medine СКАЧАТЬ